[{{mminutes}}:{{sseconds}}] X
Пользователь приглашает вас присоединиться к открытой игре игре с друзьями .
Обычный Turkish
(11)       Используют 49 человек

Комментарии

Мультилингва 7 августа 2021
Словарь включён в программу мероприятия [08.08.21 - 29.09.21] Мультилингва МЕГА 3.
carmero 31 января 2017
Я şaşırmış таким сложным словом
AvtandiLine 3 марта 2016
В отрывке, который начинается на:
Ben de yoğurtçuyu kandırdım kocacığım, der.

тоже двойной пробел между словами:
şeyin farkında.
Rain 29 февраля 2016
В отрывке 739 двойной пробел между словами
töm töm
GoodLoki 28 февраля 2016
728 Beni yorgana iyice sardı. Yorgan kocaman bir yorgan. Ben de ne kadarım zaten? Aldı koltuğunun altına çıkardı dışarı. O gavur da beni şimdi çatır çatır yandı biliyor. Hëseyin Ağanın büyük karısı olmasaydı çatır çatır yanardım. Cayır cayır.

Правильно пишется: Hüseyin
Fenex 29 мая 2012
В отрывке №161 три лишних пробела между словами:
karısı tepsiyi
Написать тут
Описание:
Отрывки из текстов на турецком языке. Длина 220-300 символов
Автор:
Uncle_Sam
Создан:
3 января 2012 в 01:01 (текущая версия от 9 мая 2017 в 11:09)
Публичный:
Нет
Тип словаря:
Тексты
Цельные тексты, разделяемые пустой строкой (единственный текст на словарь также допускается).
Информация:
09.05.17 тексты словаря перезалиты. Спасибо Phemmer за исправления в текстах
Содержание:
1 Nasreddin Hoca'nın eşeği ölür. Tabiî yeni bir eşek alması gerekir. Şimdi otomobile alışan bir kimse nasıl yayan gezemezse, eskiden de eşeğe, katıra alışan bir kimse, eşeksiz olamazdı. Merhum Hoca da bunlardan biri olduğundan yeni bir eşek almak üzere çarşıya gider.
2 Durumu gözden kaçırmayan iki külhanbeyi. Hoca'ya bir oyun oynamaya karar vererek aralarında sözleşirler. Hoca'nın peşine düşerler. Biri eşeğin boynundaki ipi Hoca'ya sezdirmeden kendi boynuna bağlar. Diğeri de eşeği aldığı gibi yeniden satmak üzere pazarın yolunu tutar.
3 Fakat yolda bir ara, çıranın iyi cinsten olup olmadığını merak eder. Çakmağını çakar, çıraya tutar. Bir iki defa üfleyince, kav haline gelmiş bulunan çıra birden alev alır. Söndürmek ister, söndüremez. Alevler bir anda bütün yükü kaplar.
4 Hoca, derdine derman bulduğu için memnun. Ertesi sabah yine oduna gitmiş. Odun kesip hayvana yüklemiş. Ama bu sefer kendisi de bir dermansızlık duymaya başlayınca, neft yağını eşeğine sürdüğü gidi, kendisine de sürmeye karar vermiş.
5 Hoca, eşeğine yem ve Su vermek işinde karısıyla sık sık kavga edermiş. Kadın ev işlerinden yorulduğunu, bu işin erkek işi olduğunu, bu nedenle eşeğe otunu kocasının vermesi gerektiğini söylenmiş. Hoca da hiç hoşlanmadığı bu işi karısına yüklemeye çalışırmış.
6 Bütün bu tehlikeli tecrübeler yapılırken, Nasreddin Hoca, yerinden bir parmak bile oynanmayınca, Timurlenk onun cesaretine hayran kalarak bol bir ihsanda bulunur. Aynı zamanda da kendisine yeni bir cübbe ile sarık verilmesini emreder.
7 Bir sabah yine kendisini ziyarete karar vermiş. Ve bir sepet dolusu ayva alarak yola çıkmış. Yolda bir arkadaşına rastlamış. Arkadaşı ona nereye gittiğini sorunca, o da Timurlenk'i ziyatere gitmekte ve ona ayva götürmekte olduğunu söylemiş.
8 Ben devletlime ayva getiriyordum. Yolda bir arkadaşa rastladım. Ve onun tavsiyesiyle size ayva yerine şu incirleri getirdim. Ya onu dinlemeyerek devletlime ayvaları getirseydim, yüzüm gözüm ne hale gelirdi? İşte bunu düşündüğüm içindir ki Allah'ıma şükrediyorum.
9 Kimi çok sağlam bir hayvan olduğunu, kimi dörtnala giderken bile sırtında kahve içilecek kadar insanı sarsmadığını, kimi cinsinin pek makbul olduğunu ileri sürer. Ama bu sözlerin hiçbiri Timurlenk'in ilgisini uyandırmaz. Herkes bu cihangir komutanın birdenbire öfkelenmesinden korkmağa başlar.
10 Efendimiz! İlk iş olarak verdiğiniz harçlıkla bolca arpa aldım. Arpaları bu kitabın sahifeleri arasına yerleştirdim. Birkaç gün sahifelerini elimle açarak eşeğe arpaları yedirdim. Buna çabucak alıştı. Ve arpaları yeyip karnını doyurmak için sahifeleri diliyle çevirmeyi öğrendi.
11 Nasreddin Hoca'nın göstermiş olduğu zekâ, Timurlenk'in o kadar hoşuna gider ki, kendisine bir mükâfat daha verir. Böylece Nasreddin Hoca zekâsı sayesinde hem Akşehirlileri Timurlenk'in gazabından kurtarır, hem de bol bol ihsana nail olur.
12 İşte bu korku yüzünden yolda birer ikişer sıvışmaya başlarlar. Tam karargâha varınca, Timurlenk'in büyük bir hiddet içinde bangır bangır bağırmakta olduğu duyulur. Bunu duyan diğerleri de kaçışmaya başlayınca, Nasreddin Hoca kendisini sert cihangirin karşısında tek başına bulur.
13 Hiddet buyurmayın devletlim! diye konuşur. Kullarınız bu mübarek hayvandan pek memnun. Kendisini pek sevdiler. Ancak burada yalnız olmasından üzülüyorlar. Acaba bir dişisi de getirilse, burada üreseler diye ricada bulunuyorlar.
14 Timurlenk, keyifli bir gününde Nasreddin Hoca'yı alarak askerlerinin ok talimi yaptıkları yere götürür. Orada konuşurlarken, Nasreddin Hoca övünmek için bir zamanlar kendisinin ok talimi yaptığını, ok atmakta çok usta olduğunu söyleyecek olur.
15 Ben onu sahiden bir bilgin sanmıştım. Bu adam bir bilgin filân değil, sadece bir aç... Herhalde Akşehir'in baklavalarının şöhretini duymuş olacak ki, bir tepsi baklava işareti yaptı. Ben de önce ortasından böldüm. Yâni yarısı senin, yarısı benim olsun demek istedim.
16 İkinci işaretiyle, şöyle bir tencere dolusu pilâv pişirsek, pilâv fıkır fıkır kaynayıp pişse de yesek demek istedi. Ben de pilâvın pilâv olması için üzerine tuz, biber, üzüm, fıstık serpmek gerektiğini belirttim. Hoşuna gitti.
17 Son olarak kendisini acındırmak için çok aç olduğunu, açlıktan karnının çöktüğünü, yürümeye dermanı kalmayıp yerlerde süründüğünü anlatmak istedi. Ben de açlıktan bir kuş gibi hafifleyip, nerede ise uçacağımı işaret ettim. Böylece bizim eve konuk gelmesini önlemek istedim.
18 Timurlenk, sohbetinden pek ziyade hoşlandığı Nasreddin Hoca'yı bir gün yanına çağırmış. Şundan bundan konuşurlarken Timurlenk'in karşısına bir takım köleler çıkarmaya başlarlar. Meğer Timurlenk kapısında hizmet görmek üzere bir köle satın almak istermiş.
19 Bir müddet sonra Nasreddin Hoca yine aynı hamama gelir. Kendisini gören hamamcılar hemen karşılamaya koşarlar. Hususî oda açarlar. Sırma işlemeli peştemallar, ipek havlular, sedef nalınlar çıkarırlar. Hoca'nın koltuğuna girerek onu içeri alırlar.
20 Nasreddin Hoca'ya biri başvurarak Bağdat'taki bir ahbabına Arapça mektup yazdırmak ister. Hocd yıllarca medresede dirsek çürütmüş ama, Arapça'yı bir türlü öğrenememiş. Bunu olduğu gibi itiraf etmekle, adamın gözünden küçük düşeceği için itiraf etmek işine gelmiyor.
21 Anlayacağın, ben Arapça'yı çok iyi bilirim ama, yazım gayet kötüdür. O kadar ki yazdığımı benden başka hiç kimse okuyamaz. Onun için yazacağım mektubu göndermek istediğin adama ancak ben okuyabilirim. Bunun için de benim Bağdat'a gitmem gerekir.
22 Nasreddin Hoca merhumun Bursa'da bir işi çıkmış, Devletle ilgili bir işmiş bu... Çıkıp çıkmayacağı belli değil... Kalkmış Bursa'ya gelmiş. Orada biri kendisine işinin olmasını istiyorsa, üç gün Ulu Camie gidip namaz kılmasını, dua etmesini tavsiye etmiş.
23 Hep birlik olduk, şu cevizleri topladık. Kimimiz ağaca çıktık, kimimiz çıkanlara omuz verdik. Kimimiz dalları silktik, kimimiz de topladık. Şimdi bunları aramızda bölüşemiyoruz. Ne olur, sen hakem ol da şu topladığımız cevizleri taksim et.
24 Hayır, ortada haksızlık filân yok. Siz, Allah taksimi istediniz; ben de bunu yaptım. Eğer kul taksimi isteseydiniz, hepinize eşit sayıda ceviz verirdim. Ama Allah taksiminde iş değişir. Allah da nimetlerini kullarına eşit olarak dağıtmıyor ki.
25 Hoca, öteberi almak üzere pazara gidecekmiş. Bunu öğrenen mahalle çocuklarından herbiri kendisinden bir şey ister. O sıralarda çocukların en çok sevdikleri oyuncak düdük olduğundan çoğu da kendisine bir düdük almasını rica ederler.
26 Nasreddin Hoca merhum bir gün evine yemeye giderken, peşine dört beş molla takılır. Kendisini övmeye başlarlar. Hoca ise, işin içyüzünü pek güzel anlamıştır. Mollaların maksadı yemeğe ortak olmaktır. Halbuki Hoca'nın bütçesi buna hiç de müsait değildir.
27 Nasreddin Hoca'nın bulunduğu bir mecliste, binicilikten bahsolunuyormuş. Türkler ötedenberi bilindiği gibi atı pek severler. Onu bütün hayvanlardan üstün tutarlar. Ata binmesini bilmeyen, beceremeyen bir kimseye iyi gözle bakmazlar.
28 İşte o meclisde de böyle atlara binmekten bahsolunuyormuş. Herkes de sözü döndürüp dolaştırıp binicilikte ne kadar usta olduğuna getiriyor, kimsenin binemediği falan veya filân ata nasıl bindiğini, onu nasıl zabtettiğini söyleyerek övünüyormuş.
29 Gençliğimde falan beyin çiftliğine gitmiştim. Meğer bey, yeni bir Arap atı satın almış. At da ilk defa çitfliğe getirilmiş. Halis kan Arap atı bu... Yerinde duramıyor. Henüz kimseye de alışık değil... İyice ürkmüş, huysuzlanmış.
30 Onu sakinleştirmek için iyi bir binicinin sırtına atlaması, onu koşturarak iyice yorması lâzım. Ama bu işi kim yapacak? Bütün mesele burada... Çiftlikte binicilikleri ile övünen bir çok kimseler var ama, bu işi hiçbiri beceremiyordu.
31 Kim sırtına atlasa, ya şaha kalkarak, ya çifte atarak yere yuvarlıyor. Birkaç kişi bu işi tecrübe etmek istedi ama, hiçbiri başarılı olamadı. Dediğim gibi o zaman gençtim ve iyi bir binici idim. Baktım ki hiç bir babayiğit bu işi yapamıyor, hemen bir Besmele çekerek ortaya çıktım.
32 Memleketimizde, bilindiği gibi İranlılar, mübalâğacılıkları ile tanınmışlardır. Esasına bakılırsa, onların mübalâğaya düşkün oluşlarının sebebi, memleketlerini fazla sevmelerinden ileri gelmektedir. Onun için de herşeylerini olduğundan büyük olduğundan muhteşem ve göz kamaştırıcı olarak ileri sürerler.
33 Nasreddin Hoca da bir gün ahbabına gece yatısı misafirliğine gider. Adam, pek sevdiği Hoca'ya gerekli itibarı fazlasıyla gösterir. Güzel bir yemek ikram eder. Tatlı tatlı sohbet ederler. Nihayet yatma zamanı gelir. Adamcağız Hoca'yı yatak odasına çıkarır.
34 Derken çocuklardan biri Hoca'nın kavuğunu kaptığı gibi kaçar. Hoca peşinden seğirtir. Tam tutacağı zaman çocuk kavuğu bir başka arkadaşına atar. Hoca onu kovalarken bu da yakalanacağı zaman bir üçüncü arkadaşına atar. Böylece kavuk elden ele dolaşmaya başlar.
35 Yine böyle zor bir zamanında birine iyiden iyiye borçlanmış. Alacaklı da her gün alacağını istemek üzere gelmeye başlamış. O geldikçe Hoca saklanmış, karısı türlü bahanelerle kendisini atlatmak üzere dil dökmüş.. Ama, borç da bir türlü ödenmiyormuş.
36 Kocam evimizin önündeki yola diken dikecek. Dikenler büyüdükten sonra kapımızın önünden geçecek olan koyunların tüyleri bu dikenlere takılacak tabiî.. Biz de bunları toplayacağız. Ben birikecek olan yünleri eğirip iplik yapacağım.
37 Nasreddin Hoca da evlendikten sonra, evlilik hayatı hakkında çeşitli dedikodular yapılmıştır. Bunların başlıcası, karısının fazla sokak gezmesiymiş. Eskiden kadınların hemen bütün hayatları evlerinde geçerdi. Kocalarından izin almadan hiçbir kadın evinden dışarı adım atamazdı.
38 O hırsızı görmüş, fakat hırsız kendisini görmemiştir. Bu fırsattan faydalanmamak, budalalık olacaktır. Hemen duvarda asılı duran yayını alır. Ok kesesinden de bir ok alıp bunu sürer. Pencereye yaklaşır. Karanlıkta pekâlâ farkedilen o dev vücutlu hırsızın göbeğini nişanlayarak oku atar.
39 İnsanların göklere, yıldızların esrarına karşı ilgileri hiç de yeni değildir. Belki de insanlığın tarihi kadar bunun eski bir tarihi vardır. İnsanlar her zaman gökler ve yıldızlarla ilgilenmişler, bunların sırlarını çözmek istemişlerdir.
40 Yine bir gün Ramazan gelmiş, Nasreddin Hoca da günleri iyi hesaplamak ve şaşırmamak için bir çömlek alarak her gün içine birer taş atmaya başlamış. Tabiî taşlar otuzu bulunca Ramazan da tamamlanacak, Hoca eksik veya fazla oruç tutmaktan kurtulacaktır.
41 Nasreddin Hoca gençliğinde bir derenin kenarında oturuyormuş. Derken hepsi de kör, beş altı kişi gelirler. Hoca'ya kendilerihi karşıya geçirmesi için rica ederler. Bu işi yapacak olursa, adam başına birer pul vereceklerini söylerler.
42 Ama yine birini geçirirken nasılsa tam derenin ortasında sırtından düşürür. Akıntı da adamcağızı aldığı gibi götürür. Böylece biri dışında bütün körler derenin karşı tarafına geçirilmiş olur. Ama körler arkadaşlarından birinin eksik bulunduğunu farkederek hemen feryada başlarlar.
43 Genel olarak yaşlı kimseler bir işe girişip de bunu başaramadılar, beceremediler mi, hemen gençliklerini hatırlarlar. Yanındakilere de bunu söyleyerek, gençliklerinde ne derece yaman ve becerikli olduklarına onları da inandırmak isterler.
44 Ama sıcaklık da arttıkça artıyormuş. Yakınlarda su namına bir şey yok. Nihayet dayanamayacağını anlayarak yeniden tezek yığının başına gitmiş. Kesip parçaladığı ve oraya attığı karpuz dilimlerini birer birer alarak, şuna değmiş, buna değmemiş diye diye hepsini de yemiş.
45 Canım, herkes kıyametin neredeyse kopmak üzere olduğunu söylüyor. Belki de yarın kopar. Bir defa da kıyamet koptuktan sonra kuzunun filân ne önemi kalır? Bak ne güzel kızarıyor. Şu son günümüzde onu güzelce yedik mi, yine sen kârlı çıkacaksın.
46 Böyle şey olur mu Hoca Efendi, demiş. Tavana çakılan tahtalar ince olur. Bunlar döşemeye çakılacak olursa dayanmaz, hemen kırılır. Çünkü üzerine basılacak, ağır eşyalar konacaktır. Buna karşılık tavanda yürünmeyeceğine göre döşemelik kalın tahtaların tavana çakılmasına ne lüzum var.
47 Buna rağmen edebiyatla meşgul olan münevverler, yine de Farisi dilini öğrenirlerdi. Konya'da tekkesini kuran Mevlânâ Celâleddin Rumî de Mesnevîyi Farsça söylemişti. O devirde bir kimsenin münevver sayılması için Arabça ile birlikte Acemce bilmesi şarttı.
48 Tam o sırada ana kurt da gelmesin mi? Yavrularının bir tehlike karşısında olduğunu hisseder etmez, hemen içeri girmek ister. Nasreddin Hoca da o anda bir atiklik göstererek nasılsa iri yarı kurdun kuyruğuna yapışır. Kurt içeri girse arkadaşını parçalayacak.
49 Bizim evin bahçesinde bir değirmen taşı vardır. Çok eski zamandan beri orada durur. Gençken kaç sefer bunu yerinden kaldırmayı denedim. Fakat bir türlü yerinden kımıldatmayı başaramadım. Şimdi aynı şeyi şu ihtiyar halimde de birkaç sefer yapmak istedim.
50 Fıkra burada sona eriyor. Çok kimseler de Nasreddin Hoca'nın göle maya çalmasının sadece gülünç bir şey olduğunu sanırlar. Ama bir anda, çalışmadan zengin olmak için define arayanlar, piyangodan, totodan medet umanların yaptıkları iş, bundan çok mu farkJı sanki.
51 Bakkal bir iki defa eve kadar gelmiş, Hoca atlatmış. Bir iki sefer yolunu kesecek olmuş, sıyrılıp geçmiş. Bu kaçıp kovalama ne kadar sürebilirdi? Nihayet Nasreddin Hoca bir mecliste bir takım yabancı misafirleriyle sohbet ederken, borçlu bulunduğu bakkalı birden karşısında görmesin mi.
52 Bunları falan, filân savaşlarda tepelediğim düşmanlardan aldım. Herbirinin benim için büyük bir değeri ve hâtırası vardır. Onları gördükçe, savaş anılarımı hatırlarım. Gözümün önüne savaş meydanları gelir, dayanamam. İkinci narayı da atarım.
53 Nihayet üçüncü kata çıkmışlar. Sipahî karısına seslenmiş. Bir kapı açılınca dışarıya dünya güzeli bir dilber, hurileri kıskandıracak güzellikte genç bir taze çıkmış. Onu göstermesiyle de Hoca'nın aklı başından gider gibi olmuş.
54 Hoca bekler, bekler, adam bir türlü gelmez. O zaman meseleyi anlar gibi olur. Yavaşça yerinden kalkar. Başka dâvalarla meşgul olan kadıya sezdirmeden arkadan yaklaşır. Sonra da bütün kuvvetiyle Kadı'nın ensesine tokadı indirir.
55 Nasreddin Hoca, bir gün yanında birkaç arkadaşı ile bağlarda dolaşırken, Akşehir kadısına rastlar. Kadı keyif ehli bir adammış. Tabiî şehirde içemeyeceği için, canı kafayı çekmek istedikçe, şarap şişesini alır, bağlara açılır, kendisini kimsenin göremeyeceği bir yere varınca, kafayı tütsülenmiş.
56 Kadı akşama doğru ayılmış. Cübbesini arayıp bulamayınca bunun çalındığını anlamış. O halde evine dönmüş. Ertesi sabah da adamlarına çarşıda pazarda dolaşmalarını, tanıdıkları cübbeyi kimin sırtında görecek olurlarsa, onu hemen yakalayıp huzuruna getirmelerini emretmiş.
57 Dün bâzı arkadaşlarla bağda dolaşıyorduk. Bir de ne görelim, saçı, sakalı ağarmış, şöyle sizin gibi kerli ferli bir adam, zil zurna sarhoş olmuş yatmıyor mu? Yanın da da içilmesi haram olan koca bir şarap şişesi var. Cübbesini sarığını çıkarıp atmış.
58 Nasreddin Hoca birçok şeyleri merak ettiği gibi, bir gün de aşçılığa merak sarar. Yemeklerin nasıl pişirildiğini, çeşitli yemeklerin nasıl icad edildiğini öğrenmek hevesine kapılır, Arkasından kendi de orijinal bir yemek icad etmek ister.
59 Efendim, bu adam dükkânımın önüne geldi. Elinde bir somun vardı. Ben de dükkânın önünde âlâ fasulye pişiriyordum. Tencere buğusu da kenarından çıkıyordu. Bu adam elindeki somundan lokmalar kopararak buğuya tutup tutup yedi. Bütün somunu bitirince, buğunun parasını istedim.
60 Nasreddin Hoca para kesesini aldıktan sonra aşçıya yanına yaklaşmasını emreder. O da para alacağım sevinciyle yaklaşır. Nasreddin Hoca para kesesini aşçının kulağı dibinde sallar. Paralar da birbirine çarptıkları için şıkırtısı duyulur.
61 Merhum Nasreddin Hoca'nın hazırcevaplığı karşısında komşuları da ona altından çıkamayacağı bir soru bulup sormaya can atarlarmış. Ama ne yapsalar nafile., Hoca ne sorulsa, hemen altından kalkarmış. Soru ne kadar münasebetsiz olsa da ona yakışacak bir cevap bulmakta tereddüt göstermezmiş.
62 Mahalleli, bir cenaze meselesi etrafında aralarında anlaşamamışlar. Mesele bir cenaze götürülürken tabutun neresinde bulunmanın münasip olacağı meselesi.. Kimi önde, kimi arkada, kimi sağda, kimi solda bulunmanın münasip olduğunu ileri sürmektedirler.
63 İşte bizim rahmetli Nasreddin Hoca'nın eline de bir ara böyle topluca bir para geçer. En çok korktuğu şey, bunu hırsızlara kaptırmak veya çaldırmaktır. Onların ne kadar kurnaz olduklarını bildiği için parayı, ne yapsalar keşfedemeyecekleri bir yere saklamaya karar verir.
64 Meğer hırsızın biri uzaktan Hoca'yı gözlemiyor muymuş? Hoca gider gitmez hemen bahçeye atlar, fasulye sırığını sökerek para kesesini alır. Sırığın ucunu orada bulunan bir tezek yığınına batırdıktan sonra eskisi gibi diker. Kendisi de savuşur, gider.
65 Az önce buradaydım. Üstümde eski bir cübbe olduğu için kimse yüz vermedi. Sonra eve giderek bu kürkü giydim, öyle geldim. Şimdi de herkes itibar gösteriyor. Bundan anladım ki iltifat hakikatte bana karşı değil, kürküme karşıdır.
66 Canım Hoca! Yakışır mı sana bu hiddet? Nihayet bunca yıllık karındır. Kimbilir ne kahrını çekmiştir. Sen de onun kusurunu bağışla! Kadıncağızı döverek günaha girme! Bak biz de sizi davet etmeyi unutmuşuz. Kusura bakma! Şöyle sofraya buyur.
67 İftar zamanı yaklaşınca da ziyafetin verileceği eve damlar. Hoca'yı buyur ederler. Daha içeriye adımını atar atmaz, başta merhum Hoca'nın pek sevdiği hindi dolması olmak üzere nice güzel pişmiş yemeklerin nefis kokuları başını döndürür.
68 Böylece bütün yemeklerin birbiri arkasından sofradan âdeta kovulmakta olduğunu gören Hoca, yerinde daha fazla duramadan hemen sofradan kalkar bir masa üzerinde sırasını beklemekte olan nefis pilâv tabağının yanına giderek kaşıklamaya başlar.
69 Nasreddin Hoca merhum, gençliğinde ve çocukluğunda iyiden iyiye haşarı ve yaramazdı. Tabiî gençlik gereği bunu hoş görmek gerekir. Mahallesinin çocukları ile oynamaktan pek hoşlanırdı. Daha çocukken bir neşe kaynağı olan Nasreddin'i bütün arkadaşları pek severlerdi.
70 O zamanlar, henüz bisiklet, motosiklet gibi şeyler icad edilmemiş olduğundan, çocuklar bu zevklerini, daha çok ata, eşeğe binmek ve bunları yarıştırmakla tatmin ederlerdi. Hoca da yine arkadaşları ile oyun oynarken eşeğini koşturmaya başlamış.
71 Hepimiz yanımıza birer yumurta alıp bunu gizleyelim. Sonra Nasreddin'i de aramıza alarak beraberce hamama gidelim. Tam yıkandıktan sonra birimiz kim yumurtlayamazsa hamam paralarını vermesini teklif etsin. Biz de hep birden bunu kabul ederiz.
72 Nasreddin Hoca küçük bir çocukken ilk defa Akşehir'e geldiği zaman bir müezzinin minarede ezan okumakta olduğunu görür. O zamana kadar minare görmemiş olduğu için bunun ne olduğunu anlayamaz. Adam da avazı çıktığı kadar bağırıp duruyormuş.
73 Ay'ın eski zamanlarda değeri şimdikinden çok daha fazla idi. Çünkü yıllar, Ay'ların görünüşüne göre hesaplanırdı. Yeni Ay çıkınca, yeni bir Ay'a girildiği kabul olunurdu. Takvimin bu sistemle hesaplanmasına Ay sistemi denir. Bir çok Arap memleketlerinde hâlâ bu usul muteberdir.
74 Sana herkes çok zeki, çok hazır cevap bir çocuktur, diyor. Ben de bu söz doğru mu, yanlış rnı anlamak istiyorum, demiş. Bunun için de zekânı deneyeceğim! Şimdi şu avucumun içinde bir şey var. Bunun ne olduğunu bilecek olursan, sana bir hediye vereceğim.
75 Nasreddin Hoca merhum, gençliğinde şakacıydı da aynı zamanda... Ve daha çocukluğundan beri en çok kızdığı kimseler, duygu sömürücüsü dilencilerdi. Herkes çalışırken, çalışmadan birkaç kuru dua ile şunun bunun parasını alarak geçim yolu arayan bu insanlara pek içerlerdi.
76 O devirde dilencilik daha da yaygındı. Çünkü belediyelerin bunlarla mücadele teşkilâtı yoktu. Dilencilerin çoğu da hac vakitlerini kollar, Mekke ve Medine'ye giderek orada bol bol dilenerek bir ayda, bir yıllık masraflarını rahatça çıkarırlardı.
77 Küçük Nasreddin'in oturduğu mahalleye yeni bir kiracı taşınmıştı. Bu kiracıların çok inatçı bir çocukları vardı. Çocuk her inatçı gibi aynı zamanda çok da iddiacı idi. Kendisinin çok akıllı olduğunu, onu hiç kimsenin kandıramayacağını söyleyip duruyordu.
78 Eskiden evlerde, musluk, akarsu falan bulunmazdı, onun için çamaşır yıkayacak otan kadınlar, çamaşırlarını dere veya göl kenarına götürürler, orada bol su ile yıkarlardı. Çamaşır günleri de belli olduğundan, o günler, konu komşu toplanır, beraberce çamaşır yıkamaya giderlerdi.
79 Sen bana sakın kapıdan ayrılma, dedin. Eniştem de geldi. Bu akşam teyzemle bize geleceklerini, sana hemen haber vermemi söyliyerek gitti. Orada kalsam eniştemin sözünü yerine getiremezdim. Kapının önünden ayrılsam, senin emrini tutmamış olurdum.
80 Büyükler bu işe heveslenerek çocuklaşırlar da, çocuklar da boş dururlar mı? Onlar da büyüklerin yaptıkları bu işi taklid etmekte gecikmemişlerdi. Bu arada Küçük Nasreddin de bir gün kazmayı almış, evlerinin bodrumuna inerek, zaten toprak olan duvarı kazmaya başlamıştı.
81 Çocuk aklıyla düşündü, taşındı. Altın dolu bir hazine, bir define bulamamıştı ama, yine de epeyce para edecek bir sürü sığır bulmuştu. Yine düşündü, taşında. Medrese hocası son zamanlarda Nuh Peygamber'den bahsetmiş, onun Tufandan önce gemisini her çeşit hayvanlarla doldurduğunu söylemişti.
82 Küçük Nasreddin'in, mahalle arkadaşlarına nice oyunlar oynadığını biliyoruz. Hele o kavak ağacına çıkmak işinde hepsinin yarımşar akçesini yürütmüş olması, çocukların yüreğine işlemişti. Ona çeşit çeşit tuzaklar kurmuşlar, fakat Nasreddin, bunların hepsinden de zekâsı sayesinde sıyrılıp çıkmıştı.
83 Halbuki Akşehir'de gençler arasında her çeşit bıçak, saldırma, hattâ pala taşımak modası vardır. Molla Nasreddin de bu modaya uyarak bu yasağa rağmen cübbesinin altında kocaman bir pala taşımaktan vazgeçmemiş. Üzerinde cübbesi olduğu için, kimsenin bunu farkedemeyeceğini düşünmüş.
84 Ama Molla Nasreddin bir şeyi aklına kor da yapmaz olur mu? Duvarı aşıp bahçeye girebilmek için hemen evine koşmuş, merdiveni almış. Duvarın önüne gelmiş. Merdiveni duvara dayayıp tırmanmış. Sonra da merdiveni yukarıya çekerek bu sefer bahçenin iç tarafına sarkıtmış.
85 Nasreddin Hoca'nın, medrese tahsilini tamamlamak üzere bir ara Akşehir'den Konya'ya da gitmiş olduğunu biliyoruz. Konya o sıralarda Anadolu'nun en büyük şehridir. Büyük medreseleri, camileri vardır. Yurdun her tarafından tahsil için oraya akın ediliyor.
86 Molla Nasreddin, bir müddet etrafı seyrederek hayran hayran gezmiş. Tam Konya çarşısından geçerken bir helvacı dükkânı önünde mıhlanıp kalmış. Helvacı yeni pişirdiği mis kokulu fıstıklı helvasını büyük bir tepsiye boşaltıyormuş.
87 Hoca'nın midesine ne derece düşkün olduğunu biliyoruz. Bu manzara karşısında dayanamayarak hemen içeri dalmış. Eline geçirdiği bir tahta kaşığı kaptığı gibi tepeleme helva ile dolu tepsiyi kaşıklamaya, helvaları midesine indirmeye başlamış.
88 Molla Nasreddin'in Konya'ya yeni geldiği bir gündü. Akşehir o sırada ne de olsa gösterişsiz bir kasaba idi. Konya ise, dediğimiz gibi büyük ve kalabalık bir şehirdi. Genç bir Molla olan Nasreddin, bu kalabalık arasında az çok şaşırmaktan kendisini alamamıştı.
89 İşte Nasreddin Hoca da medreseye giderken, usulünce ince bir sarık taşımaya başlayınca, cahil köylülerin ve halkın gözünde hemen itibar sahibi olmuştu. Herkes kendisine karşı saygılı davranmaya başlamıştı. Bu da Molla Nasredin'in pek hoşuna gidiyordu.
90 Akşehir'i ve Konya'yı da içine alan Orta Anadolu'nun değişmez bir kaderi vardır. Bâzı yıllar yağmur düşmez, mahsul olmaz. Kıtlık başgösterir. Halk çok sıkıntı çeker... Nasreddin Hoca'nın yaşadığı devirlerde baraj, kanal, sulama işleri de gereğince bilinmediğinden, halk çok daha fazla sıkıntı çekerdi.
91 Sen ne söylüyorsun Molla! Burada da kıtlık var. Burada da halkın durumu parlak değil.. Ama ne var ki bugün bayram... Şerefine herkes kudretine göre fedakârlık edip bir şeyler yapıyor. Hem çoluk çocuğuna, hem de konuklarımıza ikram ediyor.
92 Akşam olur, sofralar kurulur, pilâv ve zerde ortaya gelir. Misafirler, aralarında sözleşmiş olduklarından hemen sofraların başına geçerek yemeğe başlarlar. Gayet de sık otururlar. Nasreddin Hoca oraya gider, buraya gider, fakat kendisini kimse buyur etmez.
93 Eskiden Ramazan ayı yaklaşınca, başta medrese öğrencileri, genç mollalar ve fakir hocalar, köylere dağılırlar, Ramazan müddetince köylerde vaizler vererek, Teravih namazları kıldırarak hocalık yaparlar, bayrama kadar oralardan ayrılmazlardı.
94 Cer hocaları, gidecekleri köyde. Ramazana bir iki gün kala bulunmaya gayret ederlerdi. O sıralarda Ramazan ayı, ancak yeni Ay'ın, yâni hilâlin görünmesiyle başlardı. Bunun için Şaban ayının son günlerinde, akşama doğru halk açıklık bir yerde toplanır, hilâli görmeye çalışırdı.
95 Darılmayın ama, tuhaf adamlarsınız, demiş. Kaş kadar hilâli görebilmek için işinizi, gücünüzü bırakmış, burada toplanmışsınız. Bizim Akşehir halkı, bunun araba tekerleği kadar olanını görürler de, başlarını çevirip bakmazlar.
96 Bu ne insafsızlık böyle? Şu zavallı eşek ikinizi birden nasıl taşısın? Hayvanın ayakları titriyor. Ağzı var, dili yok diye zavallı hayvana böyle zulmetmek doğru mu? Hayvanlara zulmetmenin de günah olduğunu bilmez misin? Bir de üstelik hoca olacaksın.
97 Hoca bu söze de diyecek bir şey bulamaz. Adamı gayet haklı bulur. Hemen eşekten iner. Tabii oğlu da yere atlar. Eşeği yedeklerine alarak pazara doğru taban tepmeye koyulurlar. Artık hiç kimsenin kendilerine bir söz söylemeyeceğine emindirler.
98 Şu dünyada ne budala insanlar var! diye söylenir. Şunlara bakın hele! Kendileri kan ter içinde yürüyorlar, arkalarında ise mükemmel bir eşek var. Allah eşeği kulları binsin, rahat etsin, yorulmasın, diye yarattığı halde bunlar oralı bile değil.
99 Görüyorsun ya oğul! der. Şu dünyada herkesi memnun etmeye imkân yok. Sana her söyleneni yapmaya kalksan bile yine de seni tenkid ederler. Ne yaparsan yap, yine de halkın dilinden kurtulamazsın! İyisi mi, sen, doğru bildiğin yoldan ayrılma.
100 Bir akçeye sekiz yumurta! Bir akçeye sekiz yumurta! diye müşteri aramaya başlar. Böylece dokuzunu bir akçeye aldığı yumurtaların sekizini bir akçeye sattı mı, her seferinde birer yumurta arttıracağını, sekiz sefer yumurtaları satınca da tam bir akçe kazanacağını hesaplar.
101 Eskiden medreseyi bitiren herkes sarık sarardı. Sarık, bilindiği gibi beyaz tülbentten yapılmış uzun bir bezdir. Fesin, yahut da külahın üzerine sarılır. Ucu da arkaya getirilerek iç tarafa doğru kıvrılır. Zamanla sarık tozla dolduğundan, bunu çözmek ve yıkamak gerekir.
102 Hoca'nın ticaret işlerinde ne derece beceriksiz olduğu malûm. O çarşının iplikçi esnafı da insafsız mı insafsızmış. Ne yapar, yaparlar, Hoca'nın ipliklerini yok pahasına elinden alırlarmış. Çok defa Hoca'nın eline, ipliğin yün parası bile geçmezmiş.
103 Nasreddin Hoca, bu şekilde aldatılmaktan bıkmış. Ve kendisini devamlı bir şekilde aldatmakta olan esnaftan intikam almak üzere, bir gün kesilmiş bir devenin başını satın alarak, karısının büktüğü iplikleri bunun üzerine sarmış, böylece kocaman, ağır bir yumak meydana gelmiş.
104 Bunu alarak çarşıya gider gitmez, Hoca'nın saflığını bilen iplikçi esnafı etrafını çevirerek düşük bir fiat teklif etmeye başlarlar. Hoca önce biraz nazlanır. Sonunda bunu, kendisini en çok aldatan iplikçiye, istediği fiattan satmaya razı olur.
105 Sen bana yumağın içinde ne var, diye sordun, ben de devenin başı dedim. Görüyorsun ki yalan söylemiş değilim. Her zaman ben aldanacak değilim ya, hayatında bir gün de sen aldanmış ol! Verdiğin fazla parayı şimdiye kadar eksik ödediğin paraya say.
106 Hiç de iyi hayvan değil... Çok yaşlı... Kemikleri fırlamış... Ne insan taşıyabilir, ne de yük... Tırnakları da karıncalanmış.. Hasta bu hayvan... Haftaya kalmaz, geberir... Ama buralara kadar zahmet etmişsin, senin hatırın için on akçe vereyim.
107 Nasreddin Hoca, başka bir darlık zamanında eşeğini yine satmak üzere pazara götürmüş. Hava yağmurlu, yerler de çamurluymuş. Bakmış eşeğin kuyruğu çamur içinde... Bu haliyle müşteri bulamam diye düşünerek hayvanın kuyruğunu kesip, heybeye atmış.
108 Nasreddin Hoca gençliğinde bir gün Sivrihisar'da horozların pahalı olduğunu duymuş. Kendisi ticarete merak sarmış ya, şöyle beş on horoz alır. Sivrihisar'a götürür, kârıyla satarım, diye düşünmüş. On kadar horoz satın alarak bunları bir kafese yerleştirmiş ve yola çıkmış.
109 Biri zeytin isteyecek olursa, fiatını söyleyip pazarlığa girişmeden önce, ona zeytinlerden bir tanesini yedir. Lezzetini görsün. Fiatı o zaman söylersin. Zeytin hoşuna giderse fiatında daha kolay uyuşursunuz. Bir de sakın veresiye mal verme.
110 Yiyemem... Çünkü geçen yıl Ramazan ayında hastalanmış, bir hafta oruç tutamamıştım. Onu kaza ediyorum. Benim sana güvenim var. Sen bana bir okka zeytin tart! Parasına gelince, yanımda para yok... Seninle şu kadar zamandan beri tanışırız.
111 Hoca'nın karısı o gece ve ertesi gün de doğuramamış. Ebe yanından ayrılmıyor ama nafile... Vaaz zamanı gelince. Hoca yeniden camie gitmiş. Kürsüye çıkmış. Bir gün önceye göre daha da telaşlı olduğundan kaçmak için bahane arıyor.
112 Şu fıkara Hoca, buraya geldi geleli on beş gün oldu. Tek bir gün bile acaba zavallı ne yer, ne içer, diye merak edip soranınız çıkmadı da, şimdi benden göğün dördüncü katında Allah'ın çeşitli Cennet yemekleri ile beslenen İsa Peygamberin ne yiyip ne içtiğini soruyorsunuz.
113 Bir gün, iki gün, beş gün, yedi gün, Hoca kabak yemekten gına getirmiş. Köylüye kabağın Cennet yemeği olduğunu söylediğine bin defa pişman olmuş. Ama ok bir defa yaydan çıkmış olduğu için yapacak iş yok... Canı da müthiş tavuk istiyormuş.
114 Çoktanberi köyümüzün kümeslerine bir tilki musallat olmuştu. Bütün tavuklarımızı boğup yedi, tüketti. Biz de bir tuzak kurup onu diri diri yakaladık. Canımızı çok yakan bu hayvanı biz de canını iyice yakarak gebertmek istiyoruz.
115 – Hiç merak etmeyin dayılar! Ben ona öyle bir oyun oynadım ki, kimsenin aklına gelemezdi bu... Şimdi o bu kıyafetle hangi köye girecek olsa kabul olunmaz, muhakkak kovulur... Açlıktan, yorgunluktan azap çeke çeke geberip gider.
116 Bakın çocuklar! der. Benim acele bir işim var. Hemen gidip geleceğim. Ben gelinceye kadar kimse yerinden kalkmasın. Herkes dersine çalışsın! Hele şu baklavaya sakın sokulmayın! Baklavaların zehirli olması ihtimali var. Sonra karışmam, ölürsünüz.
117 Nasreddin Hoca'nın Akşehir'de bir ara kadılık, yâni hâkimlik yapmış olduğu da söylenir... Eskiden kadı olmak için medreseyi bitirmek, serî hükümleri iyi bilmek şarttı. Nasreddin Hoca da medrese mezunu olduğulçin bu işi yapmış olması mümkündür.
118 A Efendi, sen ne biçim kadısın? Sana biri başvurarak birinden davacı olduğunu söylüyor, kendisini dinledikten sonra ona, haklısın, diyorsun. Derken diğer tarafı dinliyor, ona da aynı şeyi söylüyorsun. Halbuki madem bunlar biribirlerine düşmüşler, ancak bir tarafın haklı olması gerekmez mi.
119 İki hayvan kavga etmiş... Biri boynuzu ile öbürünün karnını deşmiş, öldürmüşse, sahibinin bunda ne suçu olabilir? Hayvanlarda şuur da olmadığından, işledikleri suçlar yüzünden cezalandırılmazlar. Görüyorsun ki yapacak birşey yok.
120 Hoca bir kat daha afallar. Ne diyeceğini bilemez. Bir taraftan da bir insanın kendi kulağını ısırabilip ısıramayacağını merak eder. Davacı ile davalıyı orada bırakarak doğruca evine gider. Kulağına yapışır, ısırabilmek için çekiştirmeye başlar.
121 Tepsi mahkemeye gelince. Hoca bir başka dâva ile meşgulmüş. Bunun için tepsiyi mübaşir alır. Bir kenara kor. Ama nefis baklavaları görünce de dayanamaz. Birini alıp ağzına atar. İçinden çil çil bir altın çıkınca, gözleri fal taşı gibi açılır.
122 Hemen arkasından ikinci baklavayı alır. Bunun içinden de bir altın çıkınca, her baklavanın içinde birer altın bulunduğunu anlar. Bunlardan beşini yer ve beş altını cebine indirir. Aynı anda Nasreddin Hoca'nın görmekte olduğu mahkeme de sona erdiğinden tepsiyi alarak Hocaya verir.
123 Nasreddin Hoca merhumun karısı göl kenarına yine çamaşır yıkamaya gidecekmiş. Yıkanacak çamaşır çokça olduğundan, kirli çamaşırların doldurulmuş olduğu bohçayı Hoca sırtlamış. Göl kenarına gelmişler. Karısı çamaşırları yıkamak üzere sabunu çıkarıp bir kenara koymuş.
124 Saatlerin şahını satıyorum. Değil dakika, saniye şaşmaz. Bir sefer kur, bir hafta el sürme! Namaz vaktini, iftar vaktini, sahur vaktini kaçırmak istemeyen varsa bu saati alsın... Altın saatlerden daha kıymetlidir. Çarkları pırlanta yataklara yerleştirilmiştir.
125 Hemen birkaç kişi toplanır, pey sürmeye başlarlar. Nasreddin Hoca da dayanamaz, saatini kaçırmamak için o da pey sürmeye koyulur. Sonunda herkesten fazla pey sürdüğünden saati üzerinde kalır. Tellaliye olarak avuç dolusu para öder.
126 Ben de yoğurtçuyu kandırdım kocacığım, der. Yarım okka yoğurt tartmasını söyledim. O yoğurdu tartarken ben de kendisine belli etmeden altın bileziklerimi terazinin dirhemlerinin altına soku verdim. Hiçbir şeyin farkında olmadı.
127 Bir akşam yine börekleri, pilâvları fazlasıyla kaçırarak uykuya dalınca garip ve sıkıcı bir rüya görmüş. Sözde mahalledeki kocakarılar etrafını almışlar, onu kendileri gibi bir kocakarı ile zorla evlendirmek istiyorlar. Hoca istemem dedikçe de üzerine varıyorlar.
128 Çaresiz ses çıkarmaz. Ertesi günü yeniden bir takım ciğer alarak eve gönderir. Esasında ciğeri kedinin filân kaptığı yoktur. Eve komşuları misafirliğe gelmişler, Hoca'nın karısı da ciğeri pişirerek onlara yedirmiştir. Ertesi günü de eve takımıyla ciğer geldiğini gören komşular, yeniden gelirler.
129 Yine eski zamanlarda bir erkek de çok defa karısının yüzünü ancak evlendiği gece görebilirdi. Evlenmeler, görücü usuliyle yapılır, gelin erkeğin kadın akrabaları tarafından görülür, münasip bulunduğu takdirde söz kesilir ve evlenme bu şekilde tahakkuk ederdi.
130 Eski devirlerde, hal ve vakitleri yerinde olan kimseler, dörde kadar kadın alabilirlerdi. Nasreddin Hoca da ilk evlenişinden beş, on yıl sonra genç bir kadın daha almış. Evde bir tek kadını idare edebilmek bile çetin bir dâva iken ikisini birden idare etmek daha da zor bir iş ama, olan olmuş bir defa.
131 Bir akşam Nasreddin Hoca eve gelip sofraya oturunca, karısı hazırladığı çorbayı mutfakta kâseye boşaltmış. Tuzu yerinde mi, değil mi, diye bir kaşık alıp tatmış. Çorba çok sıcak olduğundan gözünden yaş gelmiş. Bu halde kâseyi alıp sofraya koymuş.
132 Ah, ah! demiş. Mesele bildiğin gibi değil... Karım ölünce, konu komşu hemen etrafımı aldı. Beni avutmaya koyuldular. Bana çok daha iyi bir kadın bulacaklarını söylediler. Böylece fazla üzülmeme meydan vermediler. Ama eşeğim ölünce hiç kimse gelip de bana daha iyisini bulup alacağını söylemedi.
133 Nasreddin Hoca buğdayını öğütmek için değirmene gidecekmiş. Bunu öğrenen komşular da kendi eşeklerini değirmene kadar götürmesi için Hocadan rica ederler. İyi kalpli olan Hoca da kendilerini kırmaz. Dokuz eşeği önüne katarak yola koyulur.
134 Nasreddin Hoca merhum, Konya'da medreseye devam ederken, her gün bulgur yemekten bıkmış. Cebinde de parası yok ki, şöyle bir aşçı dükkânına giderek karnını tatlısı ile tuzlusu ile istediği gibi doyurabilsin. Pek sevdiği baklavayı, helvayı filân, sayıklar hale gelmiş.
135 Nasreddin Hoca her zaman dostlarının ziyafetlerine konacak değil ya... Bir sefer de o kendilerine bir ziyafet çekmeye karar verir. O günlerde eline de bir yerden birkaç akçe geçmiştir. Gider çarşıya bir ördek alır. Keser, ayıklar, tencereye yerleştirir.
136 Az sonra Hoca ve davetlileri eve gelirler. Sofraya otururlar. Hoca da mutfaktan, içinde ördek dolması bulunduğunu bildiği tencereyi aldığı gibi sofraya koyar. Kapağını açar. O anda canlı ördek pır diye uçarak açık pencereden çıkar gider.
137 Hey gidi kudretine kurban olduğum Allahım! der. Haydi diyelim ki ördeğe yeniden can verdin. O mübarek hayvanı canlandırarak sevindirdin. Ya bizim onu pişirmek için harcadığımız yağ, pirinç, tuz, biber ve bunca emeğimiz ne olacak.
138 Bak Hoca! Eğer bir ateş yakıp veya bulup ısınmadan sabaha kadar sokakta kalabilirsen bizim herbirimiz sana teker teker birer ziyafet çekmeye hazırız. Ama soğuğa dayanamaz, evine kaçar, yahut da bir ateş bulur, ısınacak olursan sen de bize bir ziyafet çekmeye var mısın.
139 Yatsı namazından sabaha namazına kadar sürecek olan bu bekleyişin şartları da kararlaştırılır. Hoca'nın nerede bekleyeceği tesbit edilir. Onlar da kendisini kontrol edeceklerini söylerler ve sabah namazında mescidde buluşmak üzere dağılırlar.
140 Nasreddin Hoca soğuktan pek korkmazmış. Her fukara gibi soğuğa, kışa idmanlıymış. O gece sıkıca giyinmiş. Zaten pek dondurucu bir soğuk da yokmuş. Yatsı namazından sonra mescidden çıkarak daha önceden kararlaştırılmış olan yerlerde dolaşmaya başlamış.
141 Kış günleri zaten kısa olduğundan akşam çabucak gelir. Davetliler de eve damlamaya başlarlar. Hoca da kendilerini birer birer karşılar, buyur eder. Oturup bir taraftan yemek vaktini beklerlerken, bir taraftan da sohbete dalarlar.
142 Nasreddin Hoca, soğuk, rüzgârlı bir gün, eşeğine binmiş, evine gidiyormuş. Giderken de yolda kavrulmuş mısır unu atıştırıyormuş. Fakat her seferinde rüzgâr, bu kavrulmuş mısır ununu uçuruyor, Hoca'nın ağzına hemen hemen hiçbir şey düşmüyormuş.
143 Ramazan'da bir akşam Akşehir zenginlerinden biri Nasreddin Hoca'yı iftara davet etmiş. Nasreddin Hoca, üstelik adamın aşçısına kaymaklı incir tatlısı yaptırdığını nasılsa bir yerden öğrenince, seve seve iftara koşmuş. Çoktanberi içi kaymaklı incir tatlısı yemek için titrermiş.
144 İftar vakti Hoca eve damlamış. Yemekler birer ikişer geliyormuş. Hoca bütün iştahını kaymaklı, içi ceviz dolu canım incir tatlısına sakladığı için bu yemeklere pek az iltifat etmiş. Yarı aç midesine şenlik yaptıracağı tatlıyı beklemiş.
145 Nasreddin Hoca'nın bir işi çıkmış. Akşehir'den birkaç günlüğüne ayrılması gerekmiş. Ama aynı zamanda Hoca'yı pek seven bir ahbabı da evlenecekmiş. Düğün hazırlığını tamamlamış. Böyle bir şenlikte, Hoca'nın herhalde bulunmasını istemiş.
146 Hoca kırda, bayırda eşeğini arar dururken bir ahbabına rastlamış. Onun başına gelen talihsizliği bilen ahbabı, Nasreddin Hoca'nın bir taraftan kaybolan eşeğini ararken, bir taraftan da durmadan Allah'a şükretmekte olduğunu görünce, buna bir mâna verememiş.
147 Balığın beyni cevherdir. Gözleri de öyledir, kulakları da... Balık gözü yiyenin gözleri çok iyi görmeye başlar. Kulağını yiyenin de kulağı en ufak sesleri duyar. Dilini yiyenin sesi bülbül sesine döner. Ama ne varsa beyninde var.
148 Nasreddin Hoca Cuma namazını kılmak için camie gitmiş. Abdesti yokmuş. Namaza da pek az vakit varmış. Acele bir yerden biraz su bularak abdest almaya başlamış. Son olarak sıra ayaklarını yıkamaya gelmiş. Sağ ayağını yıkamış. Sıra sol ayağını yıkamaya gelince de su bitmiş.
149 Ben de seni arıyorum Hoca, der. Sana kötü bir haberim var. Şimdi mahalleden geliyorum. Allah sana uzun ömürler versin. Fakat bu sabah sen evden çıktıktan sonra karına bir fenalık geirniş. Zavaiiı kadıncağız sizlere ömür, oluvermiş.
150 Bir gün Nasreddin Hoca'nın, hatırını kıramayacağı bir ahbabı, bir mahkemede kendisine şahitlik yapması için ricada bulunmuş. Adamın, komşusu ile buğday meselesinden arası açılmış. Hoca da kendisine yalancı şahitlik yaptırmak istyen adamın haksız olduğunu anlamış.
151 Nasreddin Hoca son demlerinde hasta yatarken canı yalancı dolma yemek istemiş. Ama o zamanki hekimler de şimdikiler gibi perhize çok itibar ederlermiş. Ve Hoca'yı tedavi eden hekim, kendisine böyle ağır yemekler verilmemesini tembih etmiş.
152 Ben de tarlamdan hiçbir vakit iyi bir mahsul alamazdım, demiş. Sonra Konyalı bilgin bir Hoca'ya derdimi açtım. Bana mahsulümün yarısını Allaha adamamı, yâni fukaraya sadaka olarak vermeyi vâdetmemi söyledi. Ben de öyle yapınca, tarlanın verimi dört misli arttı.
153 O sene hakikaten görülmemiş bir mahsul olmasın mı? Hoca hayatından memnun. Ekinler göğsü boyuna çıkmış. Her başak buğday yükünden zor duruyor. Vakti gelince tarlayı biçmiş. Harmana başlamış.. Bir yanda buğday, bir yanda da saman yığınları dağlar gibi yığılmış.
154 Hoca katıra biner binmez, katır hemen başını almış, Hoca'yı fena halde sarsaraktan koşmaya başlamış. Ne dizgine, ne de mahmuza aldırış ettiği yokmuş. Hoca bakmış ki hayvanı zaptedemeyecek, kendisi de parlak bir binici olmadığından dizginleri bırakarak düşmemek için eğere sıkı sıkı yapışmış.
155 Aman Hoca Efendi, der. Bizim evde karımla bir komşusu birbirlerine girdiler. Saç saça, baş başa dövüşüyorlar. Ben ayırmak istedim, fakat başaramadım. Biribirlerini boğup öldürecekler. Yalvarırım gel de şunlara bir nasihat et.
156 Zaten hastanın yanında fazla durmak yakışık almaz. Ona usulen bir iki beylik soru sorarım. Vereceği cevaplar da aşağı yukarı belli olduğundan şifalar dileyerek çıkar giderim. Önce kendisini iyi gördüğümü söyler, nasıl olduğunu sorarım.
157 Hekimi nasıl olsa ona bir takım perhiz yemekleri vermiştir. Bunu biliyorum. Neler yediğini sorarım. Bir iki perhiz yemeği sayacak. Afiyet olsun derim. Nihayet hangi hekimin kendisine bakmakta olduğunu sorarım. Bir isim söyleyecek.
158 Aradan ne kadar zaman geçti. Eğer sen bu tavuğu yemeseydin, tavuk her gün birer yumurta yumurtlayacaktı. Sonra kuluçkaya yatıp şu kadar civciv çıkaracaktı. Civcivler de büyüyecek, tavuk olacaklar onlar da şu kadar yumurtlayıp, onlardan şu kadar civciv alacaktım.
159 Affedersin ama birader, Allah sana pek çirkin bir yüz vermiş. Ben de ayıp değil ya, böyle senin gibi çehre düşkünü insanlarla oturup konuşmaktan hiç hoşlanmam. Onun için seni görünce hemen harem kısmına kaçtım. Ama orada dd bizim kaşık düşmanı beni karşıladı.
160 Senin aklın ermez karıcığım. Malın iyisi boğazdan geçenidir. Ne olur ne olmaz, baklava benim midemde gerek demiş ve karısı tepsiyi getirince de, baklavayı son samsasına kadar yiyip gönül rahatlığı içinde yeniden uykuya dalmış.
161 Hoca merhum, bir gün yolda giderken iki çocuğun hasta bir kargayı kanatlarından tutup çekiştirdiklerini görmüş. Hayvana acıyarak bir miktar para karşılığında çocuklardan satın almış. Biraz sonra karga Hoca'nın elinden kurtulup oralarda otlamakta olan bir mandanın boynuzları arasına konmuş.
162 Bir müddet sonra mandanın sahibi gelmiş, hayvanını bıraktığı yerde bulamayınca, çocuklardan sormuş. Onlar da mandayı Nasreddin Hoca'nın tutup götürdüğünü söylemişler. Mal sahibi Hoca'nın kapısına dayanmış ve mandasını istemiş.
163 Kadınlardan pek büyük fenalık gören bir derebeyi, kendisine bir bilgin olarak tanıtılan birine rastlayınca hemen yanına çağırıp kulağına birşeyler söyler, isteğine uygun, derdine derman olarak cevap alamayınca, cellâda vererek boynunu vurdururmuş.
164 Efendi, benim için büyük zahmetler etmişsiniz. Fakat biz böyle bir puf yataklarda yatmaya alışık insanlar değiliz. Fukaralıktan yetişmiş kimseleriz. Bu yatağı kaldırsanız da bana, bir kül pidesi ihsan etseniz, bir kat daha makbule geçerdi.
165 Hoca'nın da hazır bulunduğu bir mecliste hoşsohbet bir zat fıkralar anlatarak herkesi güldürüyormuş. Hele bir fıkra anlatmış ki, güzelliğine diyecek yok... Orada bulunanlardan bir kişi hariç, hepsi de fıkranın inceliğine hayran kalmışlar ve gülmekten kendilerini alamamışlar.
166 Hoca'nın komşularından gayet zengin bir ihtiyar varmış. Bu zatın tek oğlu askerde şehit düşmüş. Adamın kendi ihtiyar, karısı ondan da beter... Tiridi çıkmış... Artık döl yetiştirmelerine imkân yok.. Adamcağız hekim hekim dolaşmış, derdine derman bulamamış.
167 Hoca merhum kızını bir köye gelin etmiş. Gelin alayı kasabadan bir hayli uzaklaştıktan sonra Hoca'nın aklına kızına söylemeyi unuttuğu gayet mühim bir öğüt gelmiş. Hoca tabanları yağlamış ve alayın arkasından koşmaya başlamış.
168 Komşum... Durumunuzu biliyorum. Ama kızınıza benim nefesim tesir etmez. Aklın varsa, ona genç bir koca bul. O, ona hem hocalık eder, hem kocalık. Aile gailesi, çoluk çocuk telâşesi onu yakın bir zamanda uslandırır, melek gibi yapar, demiş.
169 Hoca merhum bir gün çift sürerken, öküzü sapana bağlayan kayış kopar. Başka birşey bulamayınca, sarığını üç kat ederek kayış yerine bağlar. Tekrar işe koyulur, öküz zorlayınca ince tülbentten yapılmış sarık orasından burasından yırtılmaya başlar.
170 Bağcılar Hoca'nın bu isteğini yerine getirerek, onu yarı beline kadar toprağa gömerler. Mevsim bahar, hava da serince olduğundan, Hoca ıslak toprağın içinde üşümeye başlar. Ve daha fazla duramıyacağını anlayarak, yumuşak toprağı eşeleyip dışarıya fırlar.
171 Efendim, bende iştahsızlık hastalığı var. Bursa kaplıcalarına tedaviye gidiyorum. Sizin konukseverliğinizden son derece memnun kaldım. Dönüşte tekrar size uğrayacağımı vâdederim. O zaman inşaallah daha uzun müddet kalırım.
172 Ramazan'da Hoca merhumu bir akşam iftara çağırmışlar. Muziplik olsun diye de imama, yemekten önce kılınan akşam namazını gayet ağır ve uzun sûreler okumak suretiyle kıldırmasını tembih etmişler. İmam ev sahibinin arzusuna uyarak ayınları çatlata çatlata, kelimeleri ağzında yaya yaya Fâtiha'yı okumuş.
173 Günlerden bir gün bir fırının önünden geçerken şöyle bir duralamış. Raflarda sıra sıra dizili nar gibi kızarmış ekmeklere bakarken karnının adamakıllı acıkmış olduğunu anlamış. Fırıncı da o sırada bir iş için bir yere gitmişmiş.
174 Hoca merhum, bir aralık Doğu taraflarına bir seyahate çıkmış ve bir kurt aşiretine misafir olmuş. Aşiret beyi, cahil, kendini beğenmiş, aksi bir adammış. Hoca'nın kendi önüne geçip cemaate namaz kıldırmasına içerleyip dururmuş.
175 Nasreddin Hoca merhum, bir yolculuğu sırasında bir ahpabına misafir olur. Ev sahibi kendisini sevdiğinden üç gün bırakmayacağını söyler. Hoca'nın şakaları çok. Bundan ailece faydalanmayı düşünür. Adamın bir karısı, iki oğlu, iki de kızı varmış.
176 Bu seferki piliçler daha güzel ve daha iştah açıcı olduğundan Nasreddin Hoca kendisine daha fazla kalmasını sağlamak için bu sefer bir pilici ev sahibi ile iki oğlunun, ikincisini karısı ile iki kızının önüne koyup geri kalan üçünü önüne çeker.
177 Hoca Nasreddin bir iş için Sivrihisar'a gitmişti. İşini bitirip döneceği gün cebinde bir akçesi kalmıştı. Eşeğine atlayıp Akşehir'in yolunu tuttu. Tam şehirden ayrılacağı sırada seyyar bir börekçi ile karşılaştı. Nar gibi kızarmış börekler iştahı kabartmıştı.
178 Hoca merhum bir gün uzakça bir yere gitmiş. Dönerken hava kararmış. Tam Akşehir'e gireceği sırada yolun ortasında iki adamın karşılıklı münakaşa ettiklerini görmüş. Merak ederek yanlarına yaklaşmış. Bunlar Hoca'yı görünce hemen kendisini çağırmışlar.
179 Bir sana, bir sana, bir bana... Bir sana, bir sana bir bana... Şimdi bir koyun arttı ya, onu burada hemen kesip ateşte çevireceğiz, güzelce karnımızı doyuracağız. Böylece hiç kimsenin hakkı hiç kimseye geçmemiş olacak. Oldu mu.
180 Hemen dediğini yapıp koyunlardan birini kesmişler. Derisini yüzmüşler. İçini temizleyip hazırladıkları ateşle bir güzel kızartmışlar. Sonra dn f afiyetle yiyip birbirlerinden ayrılmışlar. Hoca karnı doymuş olarak bedavadan payına düşen iki koyunu da önüne katarak evine dönmüş.
181 Sürü sahibi bu sözlerle hemen ilgilenmiş. Hoca'yı da yanına alarak sürüsünün başına gidip başlamış koyunlarını saymaya... Hakikaten yedi koyunun noksan olduğunu görünce Hoca'nın yakasına yapışıp kendisini doğruca Kadı'nın karşısına götürmüş.
182 Nasreddin Hoca ancak o zaman işin sarpa sardığını farketmiş. Bu arada Kadı, hırsızları da buldurup mahkemeye getirtmiş. Hoca'nın her ne kadar koyunların çalınmasında bir suçu yoksa da, bunların bölünmesinde pay aldığı için kendisinin de suçlu görüleceğini anlamış.
183 Yüksek sesle münakaşa ediyorlardı. Ne oluyor, diye sorunca yedi koyun çalıp bunları paylaşamadıklarını söylediler. Beni hakem yaptılar. Ben de koyunlardan ikisini kendime ayırdım. İkişer tanesini de onlara verdim. Geri kalan koyunu da kesip yemeyi teklif ettim.
184 Kabul ettiler. Koyunu güzelce kesip yüzdük. Ateş yakıp kızarttık ve afiyetle yedik. Ama nedense benim payıma düşen et parçası iyi pişmemiş olduğundan bunu dişlerimle koparayım derken başım, altına oturduğumuz taşa çarptı. Ve birdenbire uyanıverdim.
185 Nasreddin Hoca'nın kadir ve kıymeti, pek çok kimselerin olduğu gibi, ölümünden sonra gitgide daha çok anlaşılmış ve takdir olunmuştur. Akşehirliler, pek sevdikleri Hoca'ya bir türbe yaptırmışlardır. Bu türbede de devamlı olarak bir türbedar bulunurdu.
186 Herhalde insanlar kendilerine ait bâzı şeyleri, geçici bir zaman içinde bile olsa, başkalarına vermek istemezler. Meselâ bugün hiç kimse kendi özel otomobilini en yakın bir arkadaşına bile şuraya, buraya gitmesi için vermek istemez.
187 Adamın birini kuduz köpek ısırmış. Ama adam çok ihmalci biri olduğu için, bugün iğne olurum, yarın iğne olurum derken iş işten geçmiş. Doktora başvurup da gerçeği anlayınca hemen bir kağıt kalem isteyip uzun uzun bir şeyler yazmaya başlamış.
188 Köylüler aralarında söz birliği etmişler, köyün imamına bir şaka yapmayı kararlaştırmışlar. Numaradan köylünün biri ölmüş, cenazenin yıkanması için hocayı çağırmışlar. Hoca cenazeyi yıkamak için içeri girmiş kapıyı kapamış. Yarım saat geçmiş.
189 Adamın biri Mahmutpaşa'dan aldığı tişörtü çocuğuna giydirdi. Eminönü'ne doğru yürüdüler. Biraz sonra yağmur başladı. Yağmurdan ıslanan tişört hemen çekti, neredeyse bir avuç bir şey oldu. Adam çocuğu elinden tutup yeniden Mah–mutpaşa'ya getirdi.
190 Hans Müller, Orta Afrika'da avlanırken yamyamların eline düşmüş. Götürüp kabile çadırlarının ortasındaki kazana atmışlar. İçine biraz sebze, patates ve ot koyup, yavaş ateşte pişirmeye başlamışlar. Başına da genç bir yamyamı dikmişler.
191 İşe başlamış, maymun kılığında piste çıkıyor, seyircilerin arasına giriyor, kadınları, çocukları korkutuyor... Kısacası hem eğlenip hem de para kazanıyormuş. Bir gün yine maymun kılığında sirkte dolaşırken karşısına bir aslan çıkmış.
192 Aslan bir adım atmış, bizimki maymun kılığında adım gerilemiş. Aslan geliyor, bizimki geri geri gidiyor. Sonunu köşeye sıkışmış kalmış, kaçacak yer yok. Aslan düpedüz kendisini yiyecek, hem de maymun kılığında... Kurtuluş yok.
193 Büyük ressam Brughel'e bir tablo sipariş edilmişti. Ressam romantik çizgileriyle bir şehir peyzajı çizmiş, içine hiçbir insan koymamıştı. Siparişi veren müşteri tabloyu almaya geldiğinde, resme şöyle bir baktıktan sonra kendi kendine baştan savma bir şey olduğunu düşündü.
194 Güneşli bir günde küçük bir çocuk, köpeğiyle boğazda kıyıda dolaşıyordu. Köpek, içi istakoz dolu bir sepete doğru yürüdü, başını soktu. O anda kulağına bir İstakoz yapışınca havlaya havlaya uzaklaşmaya başladı. Acı acı uluyordu.
195 Ekonomik bir krize giren firma yöneticileri, personel arasında bir yarışma açtılar. Buna göre şirketin masraflarında kısıntı sağlayan projenin sahibine bin dolar ikramiye ödenecekti. Çeşitli projeler arasından düşük gelirli bir memurun projesi beğenildi.
196 – Beni uğursuz saydınız ama, uğursuz olmadığım anlaşıldı. Bense kendi yolumda giderken, kimseye bir zararım yokken, gün boyu kuyuda hapis kaldım, ölüm tehdidi altında yaşadım. Şimdi siz söyleyin: Uğursuzluk bende mi, sizde mi.
197 – Efendimiz, sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek, diye gammazladı.
198 – Söylenenler doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki, her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye dua eder.
199 Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allah katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir.
200 Bir adam, çarşıda üzerine saldıran bir köpeği öldürür. Olaya şahit olan ve hamiyet damarları kabaran kimseler adamcağızı yaka paça kadı'nın huzuruna çıkarırlar. Mahkemenin içi dışı bir sürü şikayetçiyle ve bunların gürültüsü ile dolar.
201 Adamın biri, arkadaşını üyesi olduğu bir fıkra derneğine götürür. İçeriye girdikten hemen sonra çeşitli masalarda oturan gruplar; sayısı söylendiği anda gülerler. Diğer bir grup sayısı söylendiğinde derhal yüksek kahkaha atarlar.
202 Bir bilgisiyar donanım uzmanı balonla gezmeye çıkmış; ama kaybolmuş. Rüzgara kapılıp, günlerce aç, susuz olarak denizleri ve çölleri aşmış. Sonunda bitkin bir durumda çevreyi gözlerken birden, yerde golf oynayan birisini görmüş.
203 Kayserili biri, zengin bir kadının köşkünün önünden geçiyordu. İri bir kurt köpeğinin fena halde hırladığını görerek adımlarını sıklaştırdı. Köpek, bir ara bahçe kapısını atlayarak dışarı fırladı. Adamcağız bunu görünce korkudan tabana kuvvet kaçmaya başladı.
204 Yaşlı kadın pazara çıktı. Mevsim sebzelerinden canının çektiğini aldı doldurdu filesine. Havuç, taze soğan, yeşil salata, biraz turfanda domates, limon... Birden gözü balıkçıya takıldı. Çok taze görünmeyen palamutlar yatıyordu tezgâhta.
205 Bir Türk Amerikaya gezmeye gitmiş. Sokakta dolaşırken tuvaleti gelir. Koştura koştura umumi bir tuvalet bulur. Kendini bir an önce içeri atmak ister fakat kapıdaki adam cent ister. Bizimki sıkışa sıkışa centi verir, içeri dalar.
206 – Efendim, Allah sakal dağıtırken ben geç kalmışım. Benden önce gelenler, beğendiklerini alıp alıp gitmişler. Ortada kala kala bir kızıl sakal kalmıştı. Düşündüm, taşındım, kızıl sakallı olmaktansa köse kalayım daha olur dedim.
207 Amerikalı bilim adamları, uçaklarda kullanılan camların sağlamlığını test etmek için bir makine geliştiriyorlar. Bu makine, ölü tavuk fırlatıyor. Fırlatış hızı ve diğer değerleri, uçuş halinde çarpan bir kuş ile aynı. Uçaklardaki camları doğal yöntemlerle test etmiş oluyorlar – böylece.
208 Temel çok zengin ayrıca prestiji de sağlam. Birgün otelin birinin kral dairesinde ummadık birşey oluyor. Temel altına kaçırıyor. Temel pantolonun falan fazla kirlenmediğine seviniyor ama çorap batmış. Şimdi komi'yi çağırsa rezil olacak.
209 Rus gizli haber alma örgütü KGB Ruslar hakkında çok gizli sırları ele geçiren; Amerikalı, İngiliz ve Laz'dan oluşan üç ajanı yakalamıştı. Bu ajanlar bilgiyi güvenlik açısından üçe bölmüş ve herbirinin diğer iki sırdan haberi olmayacak şekilde herşeyi ayarlamışlardı.
210 İstanbul'dan sılaya dönen Hopalı Halim, Tan vapurunun güvertesinde kemence sesine uyarak Sıksaray havasıyla horan kurmuş hemşehrilerinin arasına girer, o da oynamaya başlar. Deniz dalgalıdır, vapurun bir sağa, bir sola yalpa vurduğu sırada Halim'in güverte kenarına bıraktığı tahta bavulu denize düşer.
211 Karadeniz futbol takımlarından biri sahasında İstanbul takımlarından biri ile oynayacaktır. Kulüp yöneticileri lidelik yarışında önemli olan bu maç için yeni bir amigo bulurlar... Amaç takım oyuncularının coşması ve rakip takımı moralmen çökertmektir.
212 İlk kez Karadeniz'in bir köyüne gidiyordu. Otomobili ile ağaçların arasından geçmiş ve bir derenin kıyısına gelip dayanmıştı. Ne yapacağını düşünürken, çevreye bakındı ve ilerideki ağaçların altında oturarak kemençesini çalan bir Karadeniz uşağını gördü.
213 Karadenizli bir vatandaş bir Fransız turisti kayıkla gez–diriyormuş. Fransız bir ara sıkışmış ve yellenmeye başlamış. Buna içerleyen Karadenizli de yellenmeye başlayınca bir yarıştır almış yürümüş. Bir Fransız, bir Karadenizli derken Fransızın sermayesi tükenmiş.
214 – Ha bu bir tabancalı demek, vurdi vuruldi demektur. İki tabancalı olan vurdi vurdi vuruldi demektir. Üç tabancalı olan vurdi vurdi vurdi vuruldi demektir. Bu altı tabancalı var ya ne yiğit uşak idi, vurdi vurdi vurdi vurdi vurdi vurdi ve de vuruldiii.
215 Askerde havacılık eğitimleri sürmektedir. Paraşütle atlama talimi yapılmaktadır. Paraşütle atlama sırası karadenizliye gelir ve paraşütle atlar. Yavaş yavaş aşağı doğru süzülürken birden bire hemşehrilerinden Cemal'm aşağıdan yukarı doğru hızla fırladığım görmesin mi.
216 Temel fevkalâde iyi bir eğitim görmüş ve yapılan teklif üzerine MİT'e girmişti. Ona Mustafa kod adım verdiler. Hem İngilizcesini ilerletsin hem de staj yapsın diye, ingiltere'ye Kraliçe'nin Karşı Casusluk Teşkilatı'na gönderdiler.
217 Temel Çavuş Doğu Anadolu'da çağıl çağıl akan amansız bir ırmağın yanına gelmiş. Karşıya geçilecek. İstihkamcılar derhal ortaya çıkmışlar. Sağdan soldan ağaçlar kesilmiş. Sallar, dubalar üzerine bir tahta köprü yapılmış. Askerler karşıya geçiyorlar.
218 Küçük yolcu gemisi, kasırgaya dayanamıyor ve batıyor. Canını kurtarabilenler arasında üç kişi, ıssız bir adaya düşüyor. Bir İngiliz, bir Alman ve bir de Karadenizli... Aç kalmıyorlar ama, günler aylar geçiyor, kurtuluş umutları zayıflıyor.
219 Taka kaptanı Temel Reis yıllardır her sabah kaptan köşkündeki kasasını açar ve çıkardığı bir kağıt parçasına dalgın dalgın bakarmış. Sonra onu dikkatle kasaya koyar ve kimseye emanet etmediği anahtarıyla dikkatle kilitlermiş. Tayfalar merak içindeymiş, define haritası falan zan–nediyorlarmış.
220 Temel kafatasının sertliği konusunda iddialı, kafayla çivi çakıyor. Kahvede bir deneme yapıyor halkın huzurunda. Çiviyi duvara dayayıp kafayı bir vuruyor, çivi biraz giriyor, bir daha vuruyor, çivi biraz daha duvara saplanıyor.
221 Günlerce aç, susuz yol aldıktan sonra o bölgeye ulaşmışlar ama yorgunluktan da canları çıkmış. Sızıp kalmışlar. Cemal bir ara birtakım sesler duyup güç bela gözlerini açmış, bir de ne görsün, bir sürü Kızılderili etraflarında şarkı söyleyip dansediyorlar.
222 Çok eski yıllarda Maçkalılar tarlaya tuz ekmişler. Gel zaman, git zaman ekilen tuz bir türlü bitmek bilmemiş. Neticede tuzu çalan veya yiyen bir haşeratın olduğu kanaatine vararak beklemeye, gözlemeye karar vermişler. Silahlanm alan iki arkadaş tuz tarlasını beklemeye başlamışlar.
223 Memleketine giden Karadenizli havuç tohumlarını tarlasına eker. Artık heyecanla beklemekten başka yapacak birşey yoktur. Gel zaman git zaman vakti gelen tohumlar filizlenip büyümeye başlar. Heyecanı had safhaya varan karadenizli bekler ki camiye benzer, minareye benzer bir şey yok ortada.
224 İki laz kardeş tatil gününün sabahı bir sandal kiralayıp balık avına çıkmışlardı. Bir süre kürek çekerek kıyıdan açılmışlar sonra bir yerde durarak oltalarını salmışlar, beklemeye başlamışlardı. Aradan yarım saat ya geçmiş ya geçmemiş, sandal avlanan balıklarla dolmuştu.
225 Temel, paraşütle atlamaya merak sarmış. Bir kursa müracaat etmiş, kaydını yaptırmış. Teorik dersler bittikten sonra uygulama için ilk atlayışın yapılacağı gün gelip çatmıştı. İlk atlayış için hayli heyecanlıydı. Öğretmenler paraşütü sırtına geçirdiler ve usûlünü öğrettiler.
226 Hakikaten Temel, kurşun gibi yere inmeye devam ediyordu. Şimdi yere çarpıp parçalanacaktı. Herkes gözlerini kapadı. Fakat tesadüf ki meydanın bir kenarında bir saman yığını vardı. Büyük bir şans eseri olarak Temel bu saman yığınının üzerine düştü.
227 Temel, Almanya'daki kardeşinin yanına gitmeye karar verdi. Yolculuk başlamıştır... Komşusu Cemal'in at arabasıyla Rize şehirlerarası otobüs terminaline gitti. Oradan otobüse bindi, Ankara'ya gitti. Uçağa bindi, Hanover şehrine indi.
228 Sabah kahvaltısında delilere ufak bir muziplik düşünüldü. Zeytin tabağının içine biraz zeytin biraz da, zeytine benzediği için hamam böceği konup kapağı kapatıldı. Kahvaltı sırasında kapak açılınca bir taraftan böcekler kaçarlarken diğer taraftan deli zeytinleri yiyordu.
229 Uçak doluydu. Açık, berrak bir havaya rağmen gayet rahatsız bir seyahat yapıyordu yolcular. Taklalar atılıyor, aniden pikeler, yükselişler... Nihayet dayanamadı bir yolcu ve pilot kabininden içeri girdi. Bir baktı pilot kahkahalarla gülmekte.
230 Müteahhit çok sevinmiş bu habere... Cebinden kartını çıkartmış uzatmış. Eğer isterse kendisine gayet iyi ücretle duvar işi vereceğini söylemiş. Hasta da memnuniyetle kabul etmiş bu öneriyi... Bir hafta sonraki perşembe günü için ran–devulaşmışlar.
231 Adamın biri akıl hastanesini gezmeye gitmiş. Bakmış deliler kapıdaki bir delikten içeri doğru bakıyorlar. Bir müddet bakan tekrar sıraya geçiyor. Sürekli bu olay yineleniyor. Adam merak etmiş çaktırmadan sıraya girmiş. Sıra kendisine gelmiş.
232 İki arkadaş Newyork'ta kırkıncı katta oturdukları daireye çıkmak için geç vakit apartmanın önüne geldikleri zaman asansörcülerin grevi yüzünden asansörlerin islemediğini gördüler. İkisinde de şafak attı, ama ııeylesinler, çaresiz çıkacaklar.
233 Bir aptal, bir berber, bir de kel birlikte seyahate çıkmışlar. Yollarını kaybettiklerinden, geceyi açıkta geçirmek zorunda kaldılar. Herhangi bir tehlikenin başgöstermesi ihtimaline karşı aralarında sırayla nöbet tutmayı kararlaştırdılar.
234 Şerafettin Bey sedye ile akıl ve sinir hastalıkları hastanesine yetiştirilirken siz seyirci olarak tırnaklarınızı bitirip parmaklarınızı yemeye başlıyorsunuz. Fakat başka bir kanala da geçemiyorsunuz, çünkü Reha Muhtar yeni bir konuğu ekrana getiriyor.
235 – Adam geldi bize postu serdi. Oh ekmek elden su gölden... Hiç gideceği yok. Tamam misafir edelim ama adam her gün gömleğimi, pantolonumu giyiyor. Varsın giysin, iyi güzel ama her gün benim purolarımı tüttürüyor. Tüttürsün iyi güzel ama her gün arabamı da alıp geziye çıkıyor.
236 – Ohoo, ne diye korkayım yahu? Hesap işi bu. Evvela düşman uçağı Manş Denizini aşacak. Kolay iş değil bu... Sonra sahil barajımızı yaracak. Bu daha zor. Taymis mecrasını bulması lazım bir de... Sonra Londra'yı keşfedecek. Londra'yı bulmak bu sisli havalarda değme babayiğidin harcı değil.
237 Hadi Londra'yı buldu, bizim mahalleyi ne bilecek? Hadi bizim mahalle üstüne geldi diyelim, tam numarayı nasıl nişanlayacak. Hem farzedelim ki bombayı tam evin damına isabet ettirdi. O zaman da benim meyhanede olmayacağım ne malûm.
238 – Merak etme, hiç zor değil... Orjinal özelliği olan sadece iki müşterim var: ikisi de sağır ve dilsizdir. Baş parmaklarını aşağı doğru gösterirlerse viski verirsin. Yukarı doğru gösterirlerse, bira... Tamam mı? Başka bir zorluk çıkarsa telefon et bana.
239 Barmen uzun uzun bu isin altında nasıl bir üç kağıt olabilecegini düşünmüş, bulamamaş ve iddayi kabul etmiş. Salonun en uzak köşesine bir şişe yerleştirmişler ve adam işemeye başlamış. Değil etrafa bir damla damlatmamak; ortalığı tam anlamıyla berbat etmiş.
240 – İnanırım buna, dedi. Evlendiğim gün ava çıkmıştım. Köpeğim bir tavşanın peşine takıldı, aradan kırk yıl geçti hâlâ dönmedi. Arada sırada Toros Dağlarından, Erzurum'dan, Karadeniz yaylalarından haber gelir. Hâlâ kovalarmış tavşanı.
241 – İşte yavrularım! Buna olta derler, sakın ucundaki yeme aldanıp da ağzınıza almayın. Sonra kendinizi yukarıda bulursunuz. Buna zoka derler sakın yutmayın. Buna ağ derler, sakın içine düşmeyin. Buraya dalyan derler, sakın semtine uğramayın.
242 – Geçen gün köye giderken bir bostanda kocaman bir kabak gördüm. Karşıdan bir deve kervanı geliyordu. Devenin biri, kabağın kenarından ısırdı ve delik açtı. Az sonra yiye yiye deliği büyüttü, derken kabağın içine daldı. Arkasından da öteki develer.
243 Mussolini iktidara gelince İtalya'daki sigorta şirketlerinde çalışan bütün musevi memurlara işten el çektirmişti. Bu sigorta şirketlerinden birinin Polonyada Lem–berg şehrinde çalışan çok zeki ve çalışkan bir musevi ajanı vardı.
244 Çaresiz gibi görünen ajan, müdür ile kiliseye gittiler. Müdür durumu anlattı, papaz, ajanı odasına götürdü. Aradan saatler geçmesine rağmen odadan çıkmadılar ve nihayet çıktıklarında papaz kanter içinde kalmış, ajan ise pür neşe kahkahayla güler durumdaydı.
245 Gece saat dokuzda tiyatroya önce Duval geldi. Salon dolmak üzere iken Dupont da gelerek arkadaşının yanma oturdu. Aradan bir iki dakika geçmişti ki, etrafındaki seyirciler arasında bir hoşnutsuzluk başladı. Mendillerini burunlarına götüren müşteriler birer birer kendilerini dışarı atıyorlardı.
246 Rusya'da sosyalizm ilkelerinin katı bir biçimde uygulandığı yıllar... Bir toplantıda parti üyesi hatip, Rusya'daki sosyal, ekonomik ve askerî seviyenin durmadan yükseldiği hakkında nutuk attıktan sonra sual sormak isteyenlere cevap vereceğini söyler.
247 Uzaya gönderilecek kişinin seçimi yapılacaktı. Uzay Araştırmaları Merkezi'ne başvuranlardan en fazla bir Alman, bir Fransız ve bir Yahudi üzerinde duruldu. Adaylar tıbbi muayeneden geçirildikten sonra, başkanın karşısına çıkarıldılar ve açıktan açığa pazarlığa başladılar.
248 – Nişantaşı'na gel, sağdan ikinci sokağa sap, Poyraz apartmanını göreceksin. Sokak kapısını dirseğinle it, baktın açılmadı, dirseğinle, üçüncü zili çal. Bin asansöre, dirseğinle üçüncü kata bas. Aç dirseğinle asansör kapısını, çal dirseğinle benim zili.
249 Yahudi doktor Levi'nin muayenehanesine bir hasta girmiş. Doktor Levi adamı muayene etmek için gözlüklerini takmış, ama bir de bakmış ki ne görsün? Hastayım diye kendisine gelen adam çok ünlü dahiliye uzmanı Profesör Abraham değil mi.
250 Denizde kocaman bir balina; bir Yahudi, bir Çinli, bir sandık portakal, bir de iskemle yutmuştu. Ertesi gün balıkçılar, balinayı yakaladılar. Karnını yardıkları zaman, bir de ne görsünler: Yahudi, iskemleye oturmuş, Çinliye portakal satıyor.
251 Avrupa ülkelerinden birinde marksist gençlerden biri fikrini değiştirerek papaz olmaya karar verdi ve gerekli eğitimi aldıktan sonra papaz oldu. İlk vaazını vermeden önce, heyecanını yatıştırmak için birkaç kadeh içki içti. Kürsüye çıktı ve konuşmasını yaptı.
252 Cimriliğiyle meşhur yahudi antikacı hristiyan olmuştu. İhtiyarlığında ağır bir hastalığa yakalanarak ölüm döşeğine yattı. Artık kurtulamayacağını anlayan hristiyan karısı son dinî merasimler için bir papaz çağırdı. Papaz mutad duaları okuyarak öpmesi için Mişon'a gümüş bir haç uzattı.
253 İskoçya'h bir bayan, on aylık güzel bir bebeğin annesiydi. Aynı zamanda bir bakkal dükkânını da işlettiğinden bebeğin sandalyesini kasanın yanına yerleştirir, böylece bir yandan çocuğu gözünün önünde tutarak işlerini yürütürdü.
254 Üç cimri, bir kiliseye girmişlerdi. Orada bir süre oturduktan sonra, baş rahibin âdet üzere gelenlerden yoksullar için para toplamaya başlayacağını sezdiler. Hemen aralarından biri bayıldı, kalan iki arkadaşı da hemen onu kaldırıp hızla dışarı çıkardılar.
255 Köy ağası, yetişkin oğluna at almış. Delikanlı sevinçli. Atı dörtnala sürmüş, akşama doğru dayısının köyüne ulaşmış. Hem atını gösterecek, hem ata ne fiyakalı bindiğini... Dayısı ise cimri mi cimri. Akşamüstü gelen yeğen biraz daha oyalanırsa yemek yiyecek, yatıya kalacak.
256 Cimri karı–koca sandal sefası yapıyorlardı. Ansızın fırtına patladı. Sandal battı batacak... Bu ölüm kalım savaşı sırasında cimri kadın ne yapıp edip kocasından yüz sterlin borç aldı... Bereket sandal batmadı, sağ salim karaya çıktılar.
257 – Canım dekoratör sözgelimi, hangi odanın ne şekilde boyanacağını, nasıl bir duvar kâğıdı ile kaplanacağım söyler. Hangi odaya hangi eşyaların yerleştirileceğini, koltukların nereye konacağını belirtir. Perdeler konusunda düşüncelerini açıklar, filan.
258 İhtiyar bir ana, oğluna bakamaz hale geldiğini an–j layınca, hem oğluna, hem de evin işlerine bakacak bir gelir olsun ümidiyle oğlunu evlendirmiş. Ama kader işte... Eve gelen gelin de elini sıcak sudan soğuk suya sokmaz, bir kö–j şede oturup sabahtan akşama kadar roman okur dururmuş.
259 Hocanın çok inatçı, çok huysuz bir eşeği vardı. Hayvan hiç durmadan ve en beklenmedik zamanlarda sağına soluna çifteler atıyordu. Hocanın kaynanası da eşeğin huysuzluğunu bildiği halde, bir gün boş bulununca öyle bir çifte yedi ki, hemen oracıkta can verdi.
260 – Geçen Ramazanda Kandilli'ye bir iftar yemeğine gidiyordum. Boğaziçi'nde öyle bir fırtına çıktı ki... Dalgalar öyle bir yükseldi ki bindiğim kayığı sahildeki minarelerin boyuna kadar kaldırdı. Derken iftar oldu, toplar atıldı.
261 – Tanrı seni soylu bir kişi olarak yarattı. Kralımız da seni dük yaptı. Burbon dükü de sana boynuz taktırdı. Orleans düşesi de mavi kordonla süsledi. Ben de seni St. Louis Birliği'ne süvari yaptım... Artık sen de kendi kendine bir şey yap.
262 Fransa krallarından biri İspanya ile harbe girişerek zaferi kazanmıştı. Venedik Cumhurbaşkanı derhal Fransa kralına bir tebrik mektubu gönderdi. Fransızlar, aynı ülkenin İspanya kralına da bir taziye mektubu gönderdiğini öğrenmişlerdi.
263 Sultan Mecit, bir gün Boğaziçi'nde büyük bir bağın ortasındaki köşkte oturan bir Bektaşi babasını ziyarete gitmiş. Baba o sırada komşu bahçelerden birinde misafir bulunuyormuş. Padişahın geldiğini işitince derhal karşılamaya koşmuş.
264 Sultan Abdülaziz, Fransa Kralı III. Napoleon tarafından Fransa'ya davet edilmiş ve yanına baş yaver olarak Keçecizade Fuad Paşa'yı almıştı. Fuad Paşa, o zaman en iyi konuşan bir zat olmakla kalmıyor, aynı zamanda mükemmel Fransızcası ile Fransızları şaşırtıyordu.
265 Sultan Abdülaziz, III. Napolyon'un çağrısı üzerine Fransa'ya giderken Hariciye Nazırı Keçecizade Fuad Paşayı da birlikte götürmüş. Fuad Paşa ile Fransa Başbakanı Compte de Montauban de Palitan arasında Süveyş Kanalı'nın açılması ve Girit'in Yunanistan'a verilmesi konularında önemli görüşmeler olmuş.
266 Daha sonra Kırkağac'ın sorunları üzerine sorular soruyor. Eşrefin açıklamalarını dinliyor. Bir ara da ilçe nüfusunu öğrenmek istiyor. Eşref, Kırkağaç'ta yaşayanların sayısını, bunun ne kadarının müslüman ne kadarının hristiyan nüfus olduğunu söylüyor.
267 Bir gün Kâmil Paşa yapılan bir şikayet üzerine Şaiı Eşrefi vilayet makamına davet etmişti. Davete icabet eden Eşref, vilayete geldiği zaman kendisine valinin encümen toplantısında olduğunu ve biraz beklemesi gerektiğini söylediler.
268 İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru... Hitler'le General Goering, savaşı kaybettikleri gün kılık değiştirip kaçmaya karar vermişler. Hemen provaya girişmişler: Hitler ak sakallı bir ihtiyar, Goering de tombul bir bayan olmuş.
269 II. Dünya Savaşı sırasında bir gün Alman General Göring'e bir kâşif getirirler. Bu kâşif o zamana kadar görülenlerden çok üstün bir uçak modeli geliştirmişti. General Göring icattan çok memnun kaldı. Elli milyon marka planı satın aldı.
270 Bir ülkede vergiler o kadar artıyormuş ki daha doğrusu ülkenin yöneticisi, hergün yeni bir vergi koyuyor, halkı canından bezdiriyormuş. Parası olmayıp da vergi veremeyenin de altında üstünde nesi var, nesi yok, alıyormuş. Vergiciler evlere gidip vergiyi bildiriyor, sonra vatandaş gelip vergiyi ödüyormuş.
271 Abraham Lincoln'ın reisicumhurluğu sırasında iş talep eden bir genç huzuruna çıkıp; köklü bir Amerikan ailesinden geldiğini, ecdadının Amerika'ya ilk yerleşenler arasında olduğunu, büyük babasının kızıl derililere karşı savaştığını, babasının Dahili Harpte büyük yararlılıklar gösterdiğini, amcasının.
272 Doktor da kalabalığa karışmış, itiş kakış kürsünün yanına kadar yanaşmış... Aaaa, bir de ne görsün?! Beynini aldığı hasta değil mi? Adam kürsüde veryansın ediyor, nutuk çekiyor, herkes onu alkışlıyor... Konuşma bitince halk, coşup adamı omuzlarında taşımaya başlamış.
273 Şili diktatörü Pinoche bir gün, kendi hayatının anlatıldığı belgesel filmi izleyip seyircinin nabzını yoklamak için sinemaya gitmiş. Filmde her görünüşü sinemada olağanüstü tezahürata neden oluyormuş. Öyle ki, izleyiciler ayağa kalkarak alkış yağmuruna tutuyorlarmış.
274 Humeyni, Amerikalı gazetecilerin kendi aleyhinde yazdıklarından bıkıp usanmıştı. Onları etkileyip, bu aleyhteki kampanyayı sona erdirmeye karar verdi. Bütün Amerikan gazete, radyo ve televizyonlarından birer heyet, tüm masrafları karşılanarak İran'a davet edildi.
275 Franklin Roosevelt'in amansız muhaliflerinden tanınmış bir işadamı her sabah New York şehrinin bir banliyosundaki evinden trenle New York Grand Central istasyonuna gelir gelmez perondaki gazeteciden bir New York Times satın alır ve birinci sayfaya bir göz attıktan sonra bırakıp gider.
276 Vietnam savaşının olduğu yıllar... Amerikalılar büyük zayiat vermekteler. Yenilgiye bir çare ararlarken akıllarına birden Arap–İsrail savaşının ünlü komutanı Moşe Dayan geldi. İsrail hükümetinden bu savaşın sona erdirilmesi için Moşe Dayan'ı istediler.
277 Tüm olanları arabasının içinden izleyen Devlet Başkanı, sonunda dayanamadı. Otomobilinden–indi, yavaş yavaş öküzün yanına gitti. Eğildi, hayvanın kulağına birşeyler söyledi. Ve anında öküz kalktı, tarlaların arasına dalarak uzaklaştı.
278 – Beyefendi böyle şeylerin sizi bu hale sokmaması lazım. Bakın mesela iki hafta evvel bana gelen bir hasta tıpkı sizin gibi stres içindeydi. Terzisine olan borcunu ödeyemediğinden sıkıntıdan çıldıracaktı. Kendisine borcu unutmasını tavsiye ettim.
279 Bir karadenizli müthiş ağrı yapan dişini çektirmek için dişçinin koltuğuna oturur. Acı duymaması için dişçinin iğne yapmasından bile korktuğu için ağzını sımsıkı kapar. Dişçinin bütün çabası boşuna olur ve ağzını açtıramaz. Başka çare bulamayan doktor, kalfasına işaret yapar.
280 Rahip Galiani hekimler hakkında şöyle demiştir: İnsanlara hastalık gelince, hasta ile hastalık arasında bir mücadele baslar. Bu arada hekim elinde bir sopa ile çıkagelir. Gözleri bağlı olan doktor sopasını hastalığa olanca hızıyla rastgele indirir.
281 Adamın biri birkaç gündür kalbinde rahatsızlık hissediyordu. Çok samimi dostu olan bir doktora başvurdu. Doktor arkadaşının kalbini muayene etti ve vaziyeti vahim buldu. Ama arkadaşının ne kadar telaşlı ve korkak olduğunu bilirdi.
282 Genç kadın hamilelik şüphesiyle, bir doğum doktoruna başvurdu. Doktor, kadının hamile olduğunu doğruladı ve karnına bir şeyler yazdı. Kadın eve döndüğünde, kocası doktorun yazdıklarını okumak istedi. Oysa yazılanlar okunmayacak kadar küçüktü.
283 Bir Sultanili, bir de Kolejli büyük bir otelin tuvaletindeki pi–suvara işerken yan yana denk gelmişler. İşlerini bitirdikten sonra kolejli itina ile ellerini sabunlamış, kurulamış, ko–lonyalamış... Sultani öğrencisi lavaboya yönelmemiş bile, çekmiş fermuan tamam.
284 Adamın biri oğlunu İngiltere'ye tahsile yollamıştı. Fakat çocuk habire babasından para istemiş, okulun semtine uğramadığı gibi, doğru dürüst İngilizce de öğrenememişti. Tatil bahanesiyle babasından para almak için memlekete geldiğinde, babasının dostları da vardı evde.
285 Bir müddet sonra Nasreddin Hoca yine aynı hamama gelir. Kendisini gören hamamcılar hemen karşılamaya koşarlar. Hususi oda açarlar. Sırma işlemeli peştamallar, ipek havlular, sedef nalınlar çıkarırlar. Hoca'nın koltuğuna girerek onu içeri alırlar.
286 – Hatırımda kalmaz, bir kağıda yaz da ver, demiş. Ahbabı ciğer pişirme tarifini yazıp uzatmış. Hoca tekrar yoluna devam etmiş. Tam o sırada bir çaylak peyda olmuş. Kıpkırmızı ciğeri görünce; Hocanın etrafında bir kaç kez dolandıktan sonra kurşun gibi dalarak ciğeri elinden kaptığı gibi havalanmış.
287 Nasreddin Hoca nın eşeği ölür. Tabii yeni bir eşek alması gerek. Bu niyetle pazar yerine gider. Bakar ki birisi eşeğini satıyor. Gözden geçirir, hayvanı beğenir. Pazarlıkta uyuşurlar, böylece eşeği satın alır. Yularından çekerek evinin yolunu tutar.
288 Durumu gözden kaçırmayan iki uyanık, Hoca'ya bir oyun oynamaya karar vererek aralarında sözleşirler. Sessizce Hoca'nın peşine düşerler. Biri eşeğin boynundaki ipi Hoca'ya sezdirmeden kendi boynuna bağlar. Diğeri de eşeği aldığı gibi yeniden satmak üzere pazarın yolunu tutar.
289 Bahar mevsimi yaklaşırken Hoca, dama çıkmış, kardan, ''ağmurdan hasar gören yerleri onarıp duruyormuş. Tam bu ı snada çat demiş kapı çalınmış; eğilip bakınca biraz gözleri ısırır gibi olmuş ama, doğrusu kim olduğunu pek çıkaramamış.
290 Nasreddin Hoca, eşeğini mahkeme kapısına bağlayıp pazara gitmiş. O sırada kadı, bir yalancı tanığı yargılamış ve merkebe ters bindirilerek kentte dolaştırılma cezası vermiş. Suçluyu, Hoca'nın kapı önündeki eşeğine bindirip gezdirmeye başlamışlar.
291 Bir kış günü Hoca'nın Konya'ya gitmesi icab eder. Hava soğuk ve her taraf kar içinde. Böyle bir havada, uzun bir yolculuk sonrası Hoca akşam karanlığında Konya'ya ulaşabilir. Sokaklar boş, herkes evine çekilmiş. Birden etrafını başıboş köpekler sarar.
292 Hoca'nın evine hırsız girmiş. Ne var, ne yok, toplayıp denk yapmış. Tam bu esnada hoca uyanmış ve hırsızın farkına varmış, ancak hiç sesini çıkarmamış. Hırsız çıkıp giderken Hoca da yatağını, yorganını sırtına vurup peşine düşmüş.
293 Bektaşinin biri, pazardan öteberi almak için eşeğine binip yola çıkar. Şehrin dar ve kalabalık bir yerinde eşeğin inadı tutup, pek ağır yürümeye başlayınca, canı sıkılır. Eşeği dövmeye başlar. Bu hal, iri yarı birisinin dikkatini çeker.
294 Bir gün Kamil Paşa yapılan bir şikayet üzerine ünlü yergi şairi Eşrefi vilayet makamına davet etmişti. Davete icabet eden Eşref, vilayete geldiği zaman kendisine valinin toplantıda olduğunu ve biraz beklemesi icap ettiğini söylediler.
295 IV. Murat, içkiyi yasak ettiği günlerden birinde, Bekri Mustafa ile iki arkadaşı tenha bir köşede gizli gizli içiyorlarmış. Padişah, tebdili kıyafet ederek yasakların iyi uygulanıp uygulanmadığını görmek için İstanbul sokaklarında gezmeye çıkmış ve Bekri ile arkadaşlarını ansızın yakalamış.
296 Yahu, ben yemin ettim. Eve gidince de eşekten inmek lazım. İnersem kan birden üçe boş düşer. Acaba ne yapmalı? Bu işe ancak kadı efendi çare bulur, diye önce kadıya gider. Kadı'dan bir çözüm bulamayınca daha sonra hocaya giderse de derdine bir türlü çare bulamaz.
297 Bektaşi karpuzu aldı. Yemekten sonra misafirlerinin önünde gururla kesmeye başladı. İlk bıçak darbesinden sonra etrafi bir koku kapladı. Karpuz ikiye ayrılınca, çürümüş içi, masaya yayılmış, etraf berbat olmuş, Bektaşi utancından yerin dibine geçmişti.
298 Delinin biri, tımarhaneden kaçıp nasılsa bir minareye çıkar. Öğle namazım okumak için hazırlanan müezzini, şerefeden aşağıya atmak ister. Müezzinin feryadını etraftan duyanlar, onu bu tehlikeden nasıl kurtaracaklarını düşünürken, o sırada Bekri Mustafa çıkagelir.
299 Abdülhamid döneminde, Hazinenin sürekli olarak bütçe açığı vermesi üzerine, valilerden her hafta belirli miktar vergi toplayıp göndermeleri istenmişti. Valiler de, kaymakamlardan para istediler. Kırkağaç kaymakamı olan ünlü hiciv Şairi Eşref, para gönderilmesine ilişkin yazılara cevap bile vermedi.
300 Sultan Dördüncü Murad, sokaklarda kavga gürültünün ortadan kalkması için bir ferman çıkarmıştı. Buna uymayanları en ağır cezalarla cezalandırıyordu. Bir gün kıyafetini değiştirdi. Üsküdar'a geçti. Karşıdan gelen iriyan bir Yeniçeri'ye kasten ve hızla çarptı.
301 Bir deniz yolculuğunda, fırtına gemiyi sallamaya başlamıştı. Yolcular korkuya kapıldı. Bektaşi dervişi ise bir kenarda sakin şekilde duruyordu. Deniz biraz yatışınca, yolculardan biri Bektaşi'ye yaklaştı, neden korkmadığını sordu.
302 Tokatlı şair Ebubekir Kani, Ulah Beyi'nin padişahtan aldığı izinle, Ulah Voyvodalığı özel kâtipliğine getirilmişti. Bükreş'te göreve başladı. Bu görevdeyken, pek alımlı bir Romen dilberine gönlünü kaptırdı. Ona evlenme teklifinde bulundu.
303 Bütün aile televizyonun başında bir araya gelmişti. Programda içkinin zararları anlatılıyordu. Tam bir saat süreyle hasta insanlar, çılgın alkolikler ekrandan geçti, durdu. Nihayet program sona erdi. Işıklar yakıldı. Alkolik baba, dehşetle yerinden doğrularak kalktı.
304 Ramazan hilali görülmeyince oruç tutmanın başlamıyacağı düşüncesinde olan bir Bektaşi, hilali görmemek için evinin pencerelerini kapayıp perdeleri sımsıkı örter—miş. Geceleri mahalle kahvesine giderken de başını hiç göğe kaldırmaz, hep önüne eğermiş.
305 Ünlü yazar Aziz Nesin, bir süredir mizah hikayelerinde olduğu kadar oyunlarında da masal motiflerini, anlatım tekniğini kullanıyor. Çok yazmak zorunda oluşu, onu, sürekli olarak yeni temalara götürünce, elbette eski halk masallarının ve hikayelerinin gür kaynağını da yoklamadan edemeyecekti.
306 Bu kitabın ikinci bölümünde, ilk bölümde yaptığı gibi, çağımızın şartlarına uygun yeni meddah hikayeleri kurma yoluna girmiyor. Burada eski halk hikayelerini, gerçekçi özlerinden yararlanarak, yeniden işleme yoluna gidiyor.
307 Bir yokmuş, iki yokmuş, üç yokmuş... Eski günlerde yeryüzünün bir ülkesinde hiçbişey yokmuş. Hiçbişeyi olmayan bir ülkenin bir padişahı varmış. Bu padişahın da bir hazinesi varmış. Bu hazinede o ulusun en değerli bir emaneti korunurmuş.
308 Bütün ulusun malı olan emaneti korumak için en uygun yer padişahın hazinesi olduğundan, bu emanet de hazinede saklı dururmuş. Hazineyi, gözlerini kırpmadan silahlı nöbetçiler beklermiş. Hazinenin olduğu yerde kuş bile uçurtmazlarmış.
309 Gel zaman git zaman, günlerden bigün padişahın içine, ulusun canları, kanları yoluna korudukları bu emanetin ne olduğunu anlamak isteği düşmüş. Padişah, bu emanet kutusunun içindekini görmek için yanıp tutuşurmuş. Sonunda bu isteğini yenememiş, bigün hazine dairesine girmiş.
310 Nöbetçiler padişaha da yasak diyecek değiller ya... Sarayın hazinesine padişah, sadrazam, vezirler her zaman ellerini kollarını sallayarak özgürce girerler, emanetin yerinde durup durmadığına bakarlarmış. Padişah da böyle yapmış.
311 Bu soruyu oradakilerin hiçbiri yanıtlayamamış. Çünkü hepsi de emanetin yerine koydukları şeyin sonradan çalındığını anlamışlar. Yakalanan kişiyi hemen orada boğdurup işini bitirdikten sonra paslı tenekeyi kutuya koymuşlar.
312 Kutu kutu içine kırkbir kutuya, onu da kırkbir oda içine gizlemişler. Ama içleri bitürlü rahat olmadığından, kutsal emaneti korumak için bir yasa çıkarmışlar. Bu yasaya göre, sabah, öğle, akşam, günde üç öğün, bütün ulus, atalardan kalan emaneti koruyacaklarına ant içmek zorundaymış.
313 Halk öyle alkışladı ki, siz bu kadar gürültüyü ancak striptiz'e çıkan bir dansöze yapılan gösteride duymuş olabilirsiniz. İki gladyatör tam üçbuçuk saat dövüştüler. Sonunda dostum Valustus düşmanını amansız bırakıp yere yıktı.
314 Dostum Sompeius'e gelince, o eskiden köleydi. Ama ünlü bir hekim ve felsefeci olduğundan, efendisinin hastalığını iyi edince efendisi de onu azat etti. Kölelikten patrici'ler arasına katılan Sompeius aklı ve bilgisiyle Tribuna Meclisinde tribun oldu.
315 Evimdeki şölen çok iyi geçti. Çalgıcılar harp, lir, gitar, filavtalar çaldılar. Dansözler en iyi rakslarını oynadılar. İçki sel gibi aktı. Valustus, şölenin şampiyonu oldu. Üç günde, uzandığı divanın önüne tam yirmi defa yiyecek, içki ve yemişle dolu sini geldi.
316 Volustus dört defa kustu, sonra yeni baştan yedi, içti. Böylece şölenin şampiyonu oldu. Bu kadar yiyen adamı siz belki gazetecilere verilen ziyafetlerde görmüş olabilirsiniz. Çok güzel bir şölen oldu. Üç gün yenildi içildi. Sonra yemekten, içmekten hepimiz baygın düştük.
317 Dostum Plebius'la Büyük Amfi'ye gittik. Hesapianus'un bir komedisi vardı. Bu alçak herifi ben hiç sevmem. Dili koparılacak bir heriftir, zehir gibi dili vardır hergelenin. Her oyununda da ya Senatus'a çatar yada Kuria Meclisine.
318 Hesapianus o günkü oyununda yine bizim partiyi yeriyordu. Güya bizimkiler seçmenleri kandırmışlar. Düpedüz böyle söylemiyor ama, ne kadar dolambaçlı söylerse söylesin, anlaşılıyor yine. Oyun bitince alkıştan Büyük Amfi yıkılıyordu.
319 Çook eskiden, bu kavanoz dipli koca dünyanın bir yerinde, dört bir yanı dağ, ortası bağ, suları şınl şml, gökleri pırıl pırol bir ülke varmış. Dünyanın her yerinde olduğu gibi, burada da, insanlardan başka yaratıklar da varmış.
320 Gel zaman git zaman, o ülkede bir şaşılası değişme olmuş. Sürüngenler, zehirli böcekler günden güne çoğalmaya başlamış. Yılanlar, çıyanlar, kırkayaklar, akrepler, örümcekler, kertenkeleler, hem her gün biraz daha çoğalıyor, hem de her gün biraz daha büyüyüp irileşiyorlarmış.
321 Yılanlar, kavak kadar uzayıp boylanmış, kavak gövdesi kadar en almış örümcekler büyüye büyüye ev kadar olmuşlar. İrileşen kertenkelelerin yeni doğan yavrulan bile timsahtan büyük olurmuş. Kırkayaklar, yolcu trenleri gibi uzamış.
322 İş bu kadarla da kalmamış. Bu zararlı yaratıklar, insanları sokmaya, ısırmaya, zehirlemeye de başlamışlar. Daha bir şaşılacak yanı, bunların ısırıp zehirlediği kişiler ölmüyorlarmış. Ölmedikten başka, bu zehirler insanın beynini uyuşturuyor, tatlı bir yarı uyku veriyormuş.
323 Bu öyle bir keyifmiş ki, kanına bir kere bu zehirden karışan, hemen bu zehire alışırmış. Artık bu kişi kendisini yılanlara, akreplere ısırtmadan, kırkayaklara örümceklere sokturmadan, kertenkelelere, yarasalara kanını emdirtmeden duramazmış.
324 Hem de bu zehirin verdiği keyfin sonu yokmuş. Bikere bu zehire alışanlar, onun verdiği keyfi hiçbir zaman yeter bulmazlar, hergün daha çok, daha çok isterlermiş. Haftada bir kendilerini zehirletenler, giderek iki günde bir, hergün, daha sonra da günde bikaç öğün kendilerini zehirletmeye başlamışlar.
325 Beyinlerinin düşünmeye yaradığını bilen, kafası önce, yüreği yüce kişiler, nasıl etsek de insanoğlunu şu yılan çıyan zehirinden kurtarsak diye bir yol aramışlar. Ama öbür yandan, kendilerini ille zehirleterek keyiflenmek isteyenler böyle düşünenlere karşı dururlarmış.
326 Bu yüzden o ülkedeki insanlar ikiye ayrılmışlar. Aralarında başka ayrılıklar da varmış elbet ama, çoğunlukla iki belli ayrım varmış. Yılan çıyan zehirine alışanlar, bu zehirin çok iyi yararlı bir şey olduğunu savunanlarla, bunun tersini söyleyenler.
327 İnsanlığını koruyanlar gitgide o denli azınlıkta kalmışlar ki, günün birinde o ülkede büsbütün insan kalmamasından korkmaya başlamışlar. Başbay seçimi zamanı gelince, kamuoyu da onlardan yana olduğu için, yılan, çıyan, yarasa, örümcek biçimine girmiş olanlar kimi seçerlerse, o ülkeye Başbay olurmuş.
328 Bu sözlere inananlar da olmuş, inanmayanlar da, gülüp geçenler de.. Ama inananlar işi sıkı tutup, zehirli sürüngen, örümcek, kertenkele, yarasa biçimindekilerle savaşa girmişler. Bu ölüm kalım savaşı çok kanlı olmuş. Çünkü o zamanın Başbayı da, çoğunluktan yanaymış.
329 Gel zaman git zaman, Başbay adayları arasında, sen seçileceksin, ben seçileceğim, diye çatışmalar başlamış. Doğrusu bu Başbay adaylarının hiçbiri, yeniden insanların örümcekleşmesini, akrepleşmesini istemiyorlarmış. İstemiyorlarmış ama, ne yapsınlar, oy kazanmak gerek.
330 Bunu gören öbür adaylar, kapıyı daha da açıp, kendilerine oy verecekleri içeri sokmaya başlamışlar. Onlar da, kapının büsbütün açılıp hepsinin dolmasını istemiyorlarmış. Bunun için de kendilerine gerekli on oyluk kadar kapıyı aralamışlar.
331 Bu konuşmanın sonunda tamirciyle operatör, insanlar iyidir, kötüdür diye bahse girdiler. İnsanların iyi olduğunu savunan tamirci, dediği çıkarsa, operatörün bütün malını mülkünü elinden alacaktı. Dediği çıkmazsa, nesi var nesi yoksa hepsi operatörün olacaktı.
332 Bir varmış, bir yokmuş... Eski çağlarda, ülkenin birinde bir zavallı kişi varmış. Günlük yiyeceğinin bile yoksunu, çulsuzun biriymiş. Ama kötü yürekli de değilmiş hani... Bütün isteği başkalanna iyilik etmekmiş. İyilik etmek istermiş istemesine ama, bunun nasıl yapılacağını da pek bilmezmiş.
333 İyilik yapmak isteyen kişi, ak sakallının yalnız son sözlerini dinlemiş, almış başını yürümüş... Orası senin, burası benim, yıllar yılı gezimş dolaşmış. Her gittiği yerde, insanoğluna iyilik yapmak için, nasıl içinin yanıp tutuştuğunu anlatmış.
334 Yine böyle gezip, dolaşıp dururken, bütün gün, sonra bütün bir gece yürümüş, gökbitimi ışırken, uzakta bir kent görünmüş. Bu kent çepçevre kale duvanyla çevriliymiş. Kente girilecek kapıyı bulmuş, içeri yönelmiş. Kapıdan kentin alanına girince şaşırmış kalmış.
335 O ülkenin kişileri yine kentin alanına toplanmışlar. Yine herkes kendisinin seçilmesi için kargalara yalvarmaya başlamış. Yine hepsi de insanlara iyilik yapmak istediklerini söylüyorlarmış. Kargalar bulut bulut gelmiş. Yine gök kararmış.
336 Gak sesleri göklerde uğuldamış. Her yıl padişahı bir karga seçerken, bu yıl, padişahtan gördükleri iyiliğe teşekkür için, on karga birden gelip, eski padişahın başına üçer kere pislemişler. O adam yine padişah olunca kargaların bu iyliğini unutmamış, herkesin evinde yirmi karga beslemesini zorunlu kılmış.
337 Kargalar beslene, bakıla, koyun kadar olmuşlar, hem de gündengüne çoğalıyorlarmış. Bir zaman gelmiş, çoğalan, irileşen kargalar kente sığışamaz olmuş. Yine seçim zamanı gelmiş. Bu seçimde padişaha daha çok teşekkür için, beşyüz karga birden üçer kere yine eski padişahın başını beğenmiş.
338 Bir seçim daha olmuş. Havada sığır kadar iri kargalar uçmaya başlamış. Onların gürültüsünden kulaklar sağır oluyormuş. Kargalar, padişaha olan borçlannı ödemek için, bu sefer hep birden gelip, padişahın tepesine teşekkürlerini bırakmışlar.
339 Bigün, Pung Amca'nın kahvesine bir müşteri geldi. Elindeki balık dolu kesekağıdını rafa koyduktan sonra, kağıt oyununa daldı. Neden sonra kahveden çıkarken elini raftaki kesekağıdına atınca, ağzı bir karış açık kaldı. Kesekağıdının hiçbir yeri bozulmamıştı, fakat içi balık yerine havayla doluydu.
340 Bir varsa bin yokmuş. Yeni zaman içinde, her yer duman içinde, Sputnik fırfır döner iken, atom çatlar patlar iken, ben küfeyi devirmiş yatar iken, yeryüzünün bir ülkesinde çok zengin bir hazine varmış. Paradan puldan yana tamtakır olan bu hazine, değer biçilmez tarihi eşyalarla tıklımtıklım dolu imiş.
341 Dünyanın en zengin hazinesi kendisinde olan ülkenin kralı, nazırları, hazinelerinde değer biçilmez at nalları, süslü kırbaçlar, işlemeli yularlar, kılıçlar, paralar olduğu halde, bu mücevherin olmayışına çok, ama pek çok üzülürlermiş.
342 O ülkede de pek çok kişi bu mücevheri elde edebilmek için kanlarını akıtmışlar, canlarını vermişlerse de, bu iş zaman zaman, yer yer, ayrı ayrı olduğundan, onların kanlarındaki demir, beyinlerindeki fosfor, kemiklerindeki kireç şurada, burada, parça pürçük yitmiş, gitmiş.
343 Hazinede ille de bu mücevherden de bulunmasını isteyen kral ve nazırlar, binlerce sığırı, öküzü, eşeği kurban edip onların kanından canından bu mücevherleri yapmak istemişlerse de yine olmamış. Elde edilen şey, mücevher değil, pis, çirkin, kara bir topakmış.
344 Karşılıklı oturup konuşmuşlar. Önce bir ticaret, arkadan da bir siyaset anlaşması yapmışlar. Mücevheri verecek olan ülkenin adamları zengin hazineye girip, kılıçlardan, kalkanlardan, kırbaçlardan, nallardan en beğendiklerini almışlar.
345 Her istediklerini aldıktan sonra, fındık kadar mücevheri onlara vermişler. Mücevher hazineye girmiş ama, gelgelelim bu mücevher, o kadar parlakmış ki, gözlerini kırpmadan güneşe bakan kral, nazır, saray adamları bile bu mücevhere bakamıyorlarmış.
346 Bir varmış bir yokmuş... Kiminde az olan, kiminde çokmuş. Karnı tok olanın gözü aç, gözü aç olanın karnı tokmuş. Vur vuranın, kır kıranın, Ali kıran baş kesenin çok olduğu bir yerde, insafın hiç olmadığı bir zamanda bir ülke varmış.
347 Bu ülkede yaşayanlar yılın bir günü tartılırlar, kim daha ağır gelirse, o ülkenin kralı olurmuş. O yüzden orada yaşayanlar, kral olabilmek için durmadan dinlenmeden yerler, içerlermiş ki, şişmanlasınlar da tartıda ağır çeksinler.
348 Fare kadar olunca, komşusu artık bu tahtakurusunun yüzünden evinde duramaz olmuş, çoluğunu çocuğunu alıp başka bir yere çıkmış. Sıska da, komşusundan boşalan eve taşınmış. Ağaçlarındaki meyveleri, bahçesindeki sebzeleri yemeye başlamış.
349 Tahtakurusu da düşman kanı eme eme, kedi kadar olmuş, derken tavşan kadar olmuş. Bir evden içeri girdi mi, kim varsa gırtlağına yapışır, kanını emer, öldürürmüş. Tahtakurusunun sahibi de, ölen adamın evine, malına konarmış.
350 Artık tahtakurusu azgın bir buldog köpeğine dönmüş. Kimi görse hırlar, üstüne atılırmış. Sahibine karşı da, sadık bir köpek gibiymiş. Hiç onun sözünden dışarı çıkmazmış. Adam, tahtakurusunu iplerle bağlamış. Tahtakurusu ipleri sökmüş.
351 Koyunlar yeni kuzulamıştı. Sürü, her zamanki gibi yaylada otluyordu. Tepenin üstündeki iri çoban köpeği, dört biyana baktı, koruduğu sürü için bir tehlike var mı diye araştırdı. Hayır, görünürlerde hiçbir tehlike yoktu. Yere uzandı.
352 Bir ses duyuldu. Bu, motorlu trenin sesiydi. Çoban köpeği ok gibi yerinden fırladı, sesin geldiği yana atıldı. Motorlu tren de tünelden çıkmıştı. Çoban köpeği, motorlu trenin kendinden büyük olduğunu kuvvetli olduğunu hiç düşünmüyordu.
353 Sürüsünü, motorlu trene karşı koruduğu için sevinçliydi. Tepeyi zor tırmandı. Artık havlayacak hali bile kalmamıştı. Tepeye çıktı. Ama ne o? Tepede bir tek koyun kuzu kalmamıştı. Orada burada kemikler, kan pıhtıları, yolunmuş tüyler vardı.
354 Bir varmış, bir yokmuş, sana varsa bana yokmuş, bana varsa ona yokmuş. Bir zamanlar yeryüzünün bir yerinde bir ülke varmış. Bu ülkedeki kişiler mutluluk içinde yaşar dururlarken, Tanrı vermesin, bir bilinmez salgın hastalık onları kırıp geçirmeye başlamış.
355 Zayıflayanların boyları da gündengüne ufalıyormuş. Ama bu ufalma, küçülme, zayıflama o kadar yavaaaş yavaş oluyormuş ki hiç kimse ne kendisinin, ne de başkalarının küçüldüğünün farkına varmıyormuş. Günde ancak beş on gram zayıflıyor, bir iki milimetre küçülüyorlarmış.
356 Beri yandan bitakım insanlar da gündengüne şişmanlıyor, irileşiyorlarmış. Öbürlerinin küçülmesi, ufalması gibi, bu irileşme, şişmanlama da, gündengüne bikaç milim, günde beş on gram olduğundan, ne kendileri, ne de başkaları onların hergün biraz daha devleştiklerinin farkına varmıyorlarmış.
357 Ama o ülkede büyüyenlerin sayısı, zayıflayıp ufalanların sayısına denk değilmiş. İki yanın sayısı birbirine eşit olmuyormuş. Beş on küçülene, ufalana karşılık, ancak bir kişi kocamanlaşırmış. Zayıfların çocukları da zayıf, fındık kadar küçük doğmaya başlamışlar.
358 Bir zaman gelmiş, açtıkları yollardan da geçemez, büyüttükleri evlere de giremez, uzattıkları yorganlarına da sığamaz olmuşlar. Yeniden, evlerini yollarını, yorganlarını büyütmüşler. Alanlar küçük gelmiş, alanları açmışlar.
359 Küçülenler de küçüldükçe küçülmüşler, ufaldıkça ufalmışlar, artık öyle olmuş ki, bir zaman sonra kimisi ev diye karpuz kabuğuna, kimisi ceviz, kimisi de fındık kabuğuna girer olmuş. İş bu kadarla da kalmamış, bir zaman sonra küçüle küçüle temelli kaybolmaya başlamışlar.
360 Gel zaman, git zaman, irileşenlerin irileşmesi, şişmanlayanların şişmanlaması durmuş. İş bununla da kalmamış. Onlar da küçülmeye, ufalmaya başlamışlar. Gündengüne zayıflıyorlarmış. Ne var ki, zayıflamaları, şişmanlamaları gibi yavaş yavaş değil, birdenbire oluyormuş.
361 Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar yeryüzünün bir yerinde lafı bol, işi az bir ülke varmış. Bu ülkenin eski zamanlarda her ülkenin olduğu gibi bir kralı varmış. O ülkede yaşayanlar kralı hiç sevmezlermiş. Yalnız halk değil, sarayda yaşayanlar, kendi adamları bile kralı sevmezlermiş.
362 Ama buna karşılık veliahtı herkes severmiş. Genç veliaht, bütün o ülkenin büyük sevgisini kazanmış. Küçüğü büyüğü herkes onu bütün yüreğiyle severmiş. Öyle severmiş ki, veliahtın öl dediği yerde herkes gözünü kırpmadan seve seve canını vermeye hazırmış.
363 Günün birinde kralı düşürüp, yerine bu veliahtı kral yaparlarsa, basın hürriyetinin de geleceğine inanan gazeteciler, onun yanından hiç ayrılmazlarmış. Veliaht, gazetecilere ziyafetler çeker, onlarla birlikte, onların aralarında resimler çektirirmiş.
364 Veliaht kral olunca, geçim zorluğu çekilmeyeceğine inanan dargelirliler, işçiler de ona büyük değer verirlermiş. Memurların sevgisi, saygısı daha da büyükmüş. Yurdu cennete çevireceğini söyleyen veliahtı köylüler el üstünde tutarlarmış.
365 Günün birinde kralın baskısına dayanamayan halk, aydınların da önderliğiyle ayaklanmış, kralı devirmişler. Veliahtı da onun yerine kral yapmışlar. Halk sevinçten düğün bayram etmiş. Veliahtın kral olmasında büyük iş görmüş olan saray ileri gelenleri yeni kralı kutlamaya gitmişler.
366 Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken, sıçan berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Bekri Mustafa'nın Şeyhülislam, İncili Çavuş'un Kazasker, Karagöz'ün Sadrazam olduğu bir memlekette bir padişah varmış.
367 Bu padişahın egemenliği altındaki memleket, sanki orada demokrasi güneşi doğmuş, toprağında hürriyet ağacı yeşermiş gibi, güllük gülistanlıkmış. İnsanların, hiç ama hiç dertleri yokmuş. Gel zaman git zaman, her ne olmuşsa olmuş.
368 Kasım Efendi'nin garip inanışları da vardı. Merhametli kalbinde hayvan sevgisine geniş yer veren Kasım Efendi'nin evinde sürüyle kediler, köpekler bulunurdu. En büyük zevki güvercinlere ekmek doğramaktı. Hayatında hiç et yemez, bahçesinde her cins kümes hayvanı beslerdi.
369 Kasım Efendi, Karabaş'a karşı son sevgisini de gösterecekti. Gözyaşları içinde hayvanı, tıpkı bir insan cesedi gibi sıcak sabunlu sularla yıkadı. Ona bir de tabut yaptırdı. Kendisini tanımadıkları bir mahalleye taşındı. Konu komşuya, muhtara, imama çocuğunun öldüğünü söyledi.
370 İskatçılara, duacılara, imama bol bol paralar verdi. Tabut cami avlusunda musalla taşına kondu. Tören tamamlandıktan sonra, mezara götürüldü. İşte bütün aksilik orda oldu. Oyuncu bir hayvan olan Karabaş, son oyununu da oynamıştı.
371 Hocalar, kalabalık mezarın başında, biyandan gözleri yaşlı Kasım Efendi'yi teselli ederlerken, biyandan da dualar okuyorlardı. İki mezarcı, tabutu alıp çukura yerleştirirken, gözleri acayip bişeye ilişti. Tabut tahtasının budak deliğinden dışanya iki karış uzunluğunda bir köpek kuyruğu sarkıyordu.
372 Bir zamanlar İstanbul'da parası pulu fakirlerin çenesini yoran, malı mülkü dillere destan bir Zengin Ahmet Bey varmış. Bu Zengin Ahmet Bey, başka zenginlere benzemezmiş. Eli açık, gönlü gani, konuksever, düşkünlere yardım eder bir adammış.
373 Ama ne kadar verse, o kadar gelirmiş biyandan. Denizde kum, Zengin Ahmet Bey'de para... Bitecek, tükenecek şey değil. Boğaz'da bikaç yalı, Anadolu yakasında köşkler, şehir içinde konaklar, uzakta yakında çiftlikler... Zengin Ahmet Bey'e Tanrı verdikçe veriyor.
374 Yoksul Mehmet Ağa, çergisinin önünde bekleyen bir hamalın yemenisini yamayıncaya kadar, Zengin Ahmet Bey de orada durmuş, onu beklemiş. Sonra Yoksul Mehmet Ağa, işini bitirince çergisini kapamış, hep birlikte yola düzülmüşler.
375 Ertesi akşam yine aynı şey olmuş. Zengin Ahmet Bey, Yoksul Mehmet Ağa'nın çergisine gelip, onu iftara çağırmış. Yoksul Mehmet Ağa, kahyadan korkusundan gitmek istememiş ama, Ahmet Bey, o kadar rica etmiş ki, bu iyi yürekli zenginin hatırını kıramamış.
376 İftarda her zamanki gibi yenilmiş içilmiş. Yoksul Mehmet Ağa artık gitmek için müsaade isteyince, bu sefer Zengin Ahmet Bey el çırpıp kahyasını çağırmamış. Bir elini Yoksul Mehmet Ağa'nın omuzuna atarak, onu kimse olmayan bir odaya çekmiş.
377 Hemen pazara koşmuş. Zengin efendisini kazandırmak için, yoksul balcılara kazık atmanın yollarını aramış. Çekişe çekişe pazarlık etmiş. Sonunda o gün hiç satış yapamamış ihtiyar bir balcıdan, görülmemiş ucuzlukta bal alıp kocaman tası doldurmuş.
378 Memleketin birindeki bu padişah, her zaman ve her yerdeki padişahlar gibi, açılış törenlerinde bulunmak, geçit resimlerinde selam vermek, başkalarının yazdığı nutukları okumak, seyahat etmek gibi çok önemli memleket işlerinden vakit bulabildiği zamanlarda ava çıkarmış.
379 Köylünün eşeğini bir katırın kuyruğuna, köylüyü de eşeğin kuyruğuna bağlamışlar, yollarına yürümüşler. Bir kurşun atımı gitmişler, hava birden kapanmış, bulutlar kararmış, şimşekler çakmaya, yıldırımlar düşmeye, gök gürlemeye başlamış.
380 Canını zor kurtaran padişah, kendisini saraydan içeri dar atmış. Öyle kızmış ki, kendisine yanlış hava raporu veren müneccimbaşısını, sadrazamı, vezirlerini, hepsini azletmiş. Bir kısımının kellesini uçurtmuş. Sonra kendisine havanın bozulacağını söyleyen köylüyü huzuruna çağırtmış.
381 Bir varmış bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, orman kanunlarının yürürlükte olduğu bir ormanda bir aslan varmış. Bu aslan, ormandaki bütün hayvanları egemenliği altına almış. Ormanda ne kadar hayvan varsa, karıncadan file kadar hepsine vergi koymuş.
382 Bülbüllerin ah vah'larını duyan, böyle içlerle görevli sokak köpekleri koşup fino köpeklerine durumu bildirmişler. Fino köpekleri de büyükleri olan kurt köpeklerine, kurt köpekleri de başları olan çoban köpeklerine havlamışlar.
383 Yeni çıkan bu orman kanunundan sonra, nerede çileyen bir bülbül yakalarlarsa, dillerini kesmeye başlamışlar. Dilleri kesilen bülbüller çileyemediklerinden, kaş göz ederek dertlerini anlatmaya başlamışlar. Kaş göz etmek de yasak edilmiş.
384 Ormanda artık çıt yok. Yok ama, köpekler ne yapsın? Onlara iş gerek. Onlar, krala gördükleri işe göre pay alıyorlar, yükseliyorlar. Başlamışlar ormanı fırdolayı dönmeye. Yok, yok... Ormanda çıt yok. İlle de bişeyler olmalı.
385 Bozgunculuk, yıkıcılık yapan bülbül olup olmadığını anlamak için köpekler ormana dalmışlar, dört dönmeye başlamışlar. Bir av köpeği ile bir fino köpeği, arama tarama sonunda bir gül dalına konmuş bir bülbül görmüşler. Bülbülcük ne şakıyabiliyor, ne kaş göz edebiliyor.
386 Zavallı bülbül, bu laflara inanmış. Günlerden beri de uykusuzmuş. Av köpeğinin kışkırtıcılığı etkisini göstermiş. Onlara inanmış. Gözlerini yummuş, yumar yummaz da oracıkta uyuyakalmış. Fino köpeği artık durur mu? Bülbülün kanadından hart diye kapmış.
387 Fino, ağzında bülbül, başlamış koşmaya. Av köpeğinden önce saraya varıp aslanın vereceği armağanı kazanmak için koşmuş da koşmuş. Kıskançlıktan kuduran ava köpeği durur mu? Hemen finoyo yetişmiş. Finonun ağzından bülbülü almak için bir düzen kurmuş.
388 Bir zamanlar memleketin birinde bir Başkan vardı. Bir zamanlar memleketin birindeki bu Başkan'ın özelliği, memleketi muhbirlerle doldurmuş olmasıydı. Memleketteki nüfusun her üç kişisinden birisi profesyonel muhbirdi. Geri kalan nüfusun yarısından çoğu da amatör muhbirdi.
389 Profesyonel ve amatör muhbirlerden başka gönüllü muhbirler de vardı. Profesyonel, amatör, gönüllü muhbir olmayanlardan çoğunun da hobisi muhbirlikti. Başkan, bu denli çok muhbiri de yeterli bulmadığından dış ülkelerden de uzman ve danışman muhbirler getirmişti.
390 O ülkede muhbir olmayan hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Hemen hemen kalmamış sayılan o azıcık kimseler, bunca profesyonel, bunca amatör muhbirlere, hobileri muhbirlik olanlara, yerli, yabancı uzman ve danışman muhbirlere karşın, yine de Başkan'a başkaldırıyorlardı.
391 Topla, tüfekle değil elbet... Gösterileriyle, toplantılarla da değil elbet... Öyleyse nasıl mı? Sayıları çok azalmış muhbir olmayan o azıcık insanlar, sevmedikleri Başkan'ın aptallıkları üstüne durmadan alaylı, gülünçlü fıkralar uydurarak, Başkan'a karşı geliyorlar, başkaldırıyorlardı.
392 Bu fıkralar toplumda öyle tutulmuştu ki, durmadan üretilerek çoğaltılıyor, ağızdan ağıza bütün ülkede söyleniyordu. Yalnız ülke içinde kalmıyor, bütün dünyaya da yayılıyordu. Bu muhbirler bile kendilerini tutamayıp, Başkan düşmanlarının uydurdukları bu fıkraları birbirlerine anlatmadan edemiyorlardı.
393 Bir zaman sonra Başkan'ın aptallığını anlatan alaylı fıkralar o denli çoğalmıştı ki, bağırıp çağırmaların, yazıp çizmelerin, toplanıp yürümelerin, gizli örgütlerin, şiddetli muhalefetlerin, silahlı ayaklanmaların yapamadığı işi bu fıkralar yapmaya başlamıştı.
394 Muhbirler piramidinin tabanındaki aylıkları en az olan muhbirler, halk arasından topladıkları bu fıkraları, üstleri olan muhbirlere sunmuşlardı. Onlar da daha üst basamakta olan muhbirlere bildirmişlerdi. İşte böyle, söz konusu olan fıkralar Muhbirbaşı'nda toplanmıştı.
395 Muhbirbaşı, uygun bir zamanını kollayıp, bir gece sarayda, ileri gelenlerle söyleşip gülüşürlerken, bu fıkralardan birini anlatmıştı. Muhbirbaşı fıkrayı anlatınca, Başkan öyle bir kahkaha savurdu ki, demek gülünmesi gerekir diyerek, öbürleri de kahkahaları bastılar.
396 Muhbirbaşı, kimin çıkardığı bilinmeyen bu yıkıcı fıkraların bütün Başkanlık makamını, bu arada kendi yerini de çürütüp yıkacağını düşünerek, bunları Başyardımcıya anlatmayı düşündü. Başyardımcı, elbet kendisiyle alay edildiğini anlar, bu tür fıkraların uydurulmasını yasaklardı.
397 Muhbirbaşı'nın bütün istediği, fıkrayı anlattıklarından birinin olsun, bunların kendisi için uydurulduğunu sanıp kızmasıydı. Çünkü herhangi biri kızarsa, Başkan başta olmak üzere Başbakan ve Bakanlar ve onlardan sonraki ileri gelenler bu aptallık fıkralarına hedef olmaktan kurtulacaklardı.
398 Hayvanlar, kendi aralarında, en zeki hayvan yarışması düzenlemişlerdi. Her hayvan, kendini hayvanların en zekisi sandığından, bu yarışmayı kazanacağını sanıyordu. Ama hepsi de yarışmanın birinciliğine iki güçlü aday olduğunu bilmekteydi; bu adaylardan biri tilki, biri de sansardı.
399 En zeki hayvan yarışmasının yapılacağı gün yaklaştıkça, yarışma birinciliğine iki güçlü aday olan sansarla tilki arasında korkunç bir rekabet başlamıştı. Bu iki zeki hayvan birbirlerine düşman olmuşlardı. Sansar tilkinin, tilki de sansarın kazanmaması için, elinden geleni yapıyordu.
400 Durum bu denli düşmanlığa varınca, sansarla tilki, en zeki hayvan yarışmasının birinciliği için başka bir aday aramaya başladılar. Öyle bir hayvan bulmalıydılar ki, zeka konusunda kendileriyle yarışa çıkamasın, onlara bir zararı olmasın, yani hayvanların en aptalı olsun.
401 Sansar, öküzü hayvanların en zekisi olduğuna inandırmak için diller döktü. Bununla da yetinmeyip öbür hayvanları da, öküzün en zeki hayvan olduğuna inandırmaya çalıştı. Sansardan sonra çayırda otlayan öküzün yanına tilki gitti.
402 Hayvanlar, öküzün zeki olmadığını, yarışmayı kesinlikle kazanamayacağını elbet biliyorlardı. Ama sansarla tilkinin, kendilerinden baskın çıkıp en zeki hayvan seçilmemesi için, öküzün zeki olduğu yalanına inanmadıkları halde inanmış göründüler.
403 Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün hayvanların en zekisi olduğunda anlaştılar. Böylece öküzün hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi, yükselmiş oldu. Öküz artık kasıla kasıla yürüyor, şişine şişine böğürüyor, yayıla yayıla kuyruk altından mayıs bırakıyordu.
404 Katır atın, at da katırın çiftesi en güçlü hayvan diye seçileceğinden korkuyordu. Bu iki hayvan arasında tarih boyunca süren kanlı bir çifte atma rekabeti vardı. Bu iki can düşmanı, yarışma günü yaklaştıkça birbirlerine atıp tutmaya başladılar.
405 Her hayvan kendini çiftesi en güçlü hayvan sanıyordu. Horoz bile, mahmuzuyla çifte atabileceğini sanmaktaydı. İşte bu yüzden bütün hayvanlar, çiftesi zayıf bir hayvanın çiftesi en pek hayvan olarak seçilmesini istemekteydi.
406 Yarışma günü geldi. Bütün hayvanlar, öküzün çiftesi en güçlü olduğunda birlik gösterdiler.. Böylece en zeki hayvan olan öküzün çiftesi en güçlü hayvan olarak da hayvanlar toplumundaki yeri, işi, görevi, düzeyi daha da yükseldi.
407 Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında hızlı koşma yarışı yapılacaktı. Her hayvan, hatta kaplumbağa bile, kendisini en hızlı koşan hayvan sanmaktaydı. Ama yine her hayvan içinden, en hızlı koşan hayvanın ya tavşan yada tazı olduğunu biliyordu.
408 Hepsinin içinde de, her zaman, her yerde olduğu gibi, en güçlüye, en başarılıya düşmanlık, kıskançlık, çekemezlik duyguları vardı. Onun için, en hızlı koştuklarını bildikleri halde, tavşanla tazının yarışmayı kazanmasını istemiyorlardı.
409 Yarışma günü gelip çattı. Bütün hayvanlar koşmaya başladılar. Hızlı koşabilenler, rakipleri birinci olmasın diye birbirlerini çelmelediklerinden, önleyip engellediklerinden düşüp devriliyorlardı. Hepsi de, içlerinde en yavaş koşan öküzün birinci gelmesini istiyorlardı, ona yol veriyorlardı.
410 Gel zaman, git zaman... En yakışıklı hayvan seçimi yapılacaktı. Bütün hayvanlar kendilerini en yakışıklı sanmaktaydı. Ama hepsi de en güzel hayvanın dağ keçisiyle geyik olduğunu da biliyorlar, bu iki güzel hayvanı kıskanıyorlardı.
411 Öbür hayvanlar da, yalan olduğunu bildikleri halde öküzün en yakışıklıları olduğuna inanmış görünmeye başlamışlardı. Seçim günü geldi. Bütün hayvanlar oylarını öküze verdiler. Böylece öküz en yakışıklı, en güzel hayvan seçildi.
412 Gel zaman, git zaman... Hayvanlar arasında en yırtıcı olanı seçilecekti. İki aday vardı, biri kurt, biri de kuş... Kuş deyince serçe kuşu değil, kartal. Kurtla kartaldan daha yırtıcı hayvan yoktu. Ama yine de bütün hayvanlar, bu gerçeği bildikleri halde, kendilerinin en yırtıcı olduğunu sanıyorlardı.
413 Gel zaman, git zaman... En büyük hayvan seçimi yapılacaktı. Ya fil, ya deve kazanacaktı yarışmayı. Ama karınca bile kendini hayvanların en büyüğü sandığından, fille deveyi büyüklükte çekemiyor, başka bir hayvanın birinci olmasını istiyordu.
414 Gel zaman, git zaman... En sütlü hayvan yarışması yapılacaktı. Yarışmayı, ya ineğin ya mandanın kazanacağı biliniyordu Ama gelgelelim, memeleri olmayan, bütün yaşamında bir damla süt bile görmemiş olan tavuklar bile, kendilerini en sütlü hayvan sanıyorlar, bu yüzden de mandayla ineği kıskanıyorlardı.
415 Gel zaman, git zaman... Hayvanlara yeni bir başkan seçilecekti. Oldum bittim hayvanların başkanı elbet aslandı. Yine bir aslanın başkan seçileceğine hiç kuşku yoktu. Ama ne var ki, kaplan da başkanlığa adaylığını koymuştu.
416 Bütün hayvanlar, hak etmediklerini, layık olmadıklarını bile bile hayvanların başkanı olmak istiyorlardı. Her başarılı, her güçlü kıskanıldığından, onlar da aslanla kaplanı çekemiyor, kıskanıyorlardı. İşte böyle böyle hayvanların başkanlığına öküz aday gösterildi.
417 Çünkü hayvanlar, inanmadan öküzü en zekileri seçmişler, ama sonra sonra inanmaya başlamışlardı. Öküzü, yalan olduğunu bile bile, en sütlü hayvan, en güzel hayvan seçmişler, sonradan bu seçim resmileşince kendi yalanlarına inanmaya başlamışlardı.
418 E böyle olunca, en zeki, en çiftesi pek, en hızlı koşan, en yakışıklı, en yırtıcı, en düşünür, en iyi koruyan, en büyük, en çok süt veren hayvan olan öküz, neden hayvanların başkanı olmasındı? Bu denli çok üstünlük ne aslanda vardı, ne de kaplanda.
419 Öbür hayvanlara gelince, nasıl olsa kendileri başkan olamayacaklarına göre, onlara en az zararı olan, hiç de rakip saymadıkları öküzün başkan olmasını istiyorlardı. İşte böylece seçim zamanı gelince, bütün hayvanların oybirliğiyle öküz başkan seçildi.
420 Gelelim olaya. Söylenilen zamanda, adı geçen yerde, bir büyüüük ambar varmış. Bu ambar, tıklım tıklım yiyecek, yakacak, yunacak, giyecekle doluymuş. Herşey düzenlice ayrılmışmış. Pirinç, nohut, fasulye, bakla gibi kuru zerzavat biyanda, buğday, arpa, çavdar, yulaf gibi tahıl biyanda.
421 Sabunlar, yağlar ayrı yerde; giysiler, ayakkabılar ayrı yerde... Söylenilen yerdeki, adı geçen zamandaki, sözü geçen büyüüük ambarı, çok işbilir birisi yönetirmiş. Bu işbilir, becerikli yönetmen günün birinde ne yapacağını şaşırmış.
422 Becerikli yönetmen elbet elleri böğründe oturmuyor, boş durmuyormuş. Canla başla farelere karşı savaşıyormuş. Ama ne yapsa savaşta başarı kazanamıyormuş. Kemirilen sabunlar, peynir tekerleri gündengüne eksiliyormuş. Giysiler didik didik, parça parçaymış.
423 Ambarda farelerden hiç mi hiç aman yok... Kavurmaları, tahılları yedikçe semirip şişiyorlar, şiştikçe azıp dolaşıyorlar, üreyip artıyorlar... Ambar farelerle dolmuş. O koskoca ambarı fareler ordusu işgal etmiş. Artık başa çıkılır gibi değilmiş.
424 Fareler bol bol beslene beslene kedi kadar irileşmişler, gitgide semirip köpek kadar olmuşlar. Hiç dur durak yok, ambarın içinde koşup oynayıp, atlayıp sıçrayıp duruyorlarmış. Üstelik ambarın en güneşli, en güzel, en görüntülü yerlerini de onlar kapmışlar.
425 Ambar yönetmeni, en avcı kedileri toplayıp gece ambara bırakmış. Ama ertesi sabah ambarda, zavallı kedilerin tüyleriyle bir iki parça kemiğini bulabilmişler. Farelerle kediler başedemiyorlar, en etkili zehirler bile onları öldürmüyormuş.
426 Sonunda yönetmen düşüne taşına kendince bir yol bulmuş. Üç tane büyük demir kafes yaptırmış. Kapana yakalanan canlı fareleri bu kafese atıyormuş. Her kafes farelerle dolmuş. Yönetmen kafeslerdeki farelere yiyecek hiçbişey vermiyormuş.
427 Bir gün, üç gün, beş gün kafeste aç kalan fareler, içlerinden en zayıf olan kendilerinden birini parçalayıp yemişler. Karınlarını doyurmuşlar. Bir zaman sonra yine acıkınca aralarında dalaşmaya başlamışlar. Bu kanlı dalaşma sonunda, yine içlerinden birini boğup parçalayıp yemişler.
428 Fare dolu kafesler, canlı savaş alanına dönmüş. Sonunda her kafeste üçer, beşer fare kalmış. Bu kez, geri kalan fareler, karınlarının acıkmasını beklemeden içlerinden birinin üzerine atılıp onu parçalamaya başlamışlar ki, biri ötekini parçalamazsa, nasıl olsa o kendisini parçalayacak.
429 Cevap: Çünkü o becerikli yönetmen, kendisi de, kendi türdeşlerini yok ede ede sağ kalan en güçlü fare idi, kendi arkadaşlarını yiye yiye, yok ede ede, o büyüüüük ambarın başyönetmeni olmuştu. Kendi yaşamındaki başarı yöntemini farelere uygulamıştı.
430 Toros dağlarının etekleri ta Akdenizden başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdenizin üstünde daima, top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır.
431 Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurovanın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, amışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil, ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar.
432 Gürültünün geldiği yer, Değirmenoluk suyunun gözüdür. Göz değildir ya, ura halkı oraya suyun gözüdür der. Öyle bilir. Bir kayanın dibinden köpükler saçarak kaynar. İçine bir ağaç parçası atılırsa bir gün, iki gün, hatta bir hafta suyun üstünde oynadığı görülür.
433 En uzun çakırdikeninin yüksekliği bir metre kadar olur. Bir sürü de dalları vardır. Dallar dikensi çiçeklerle donanır. Bu çiçekler beş perli, yıldız gibi, uçları sert, sivri iğnelerin ortasındadır. Her çakırdikeninde bunlardan yüzlerce bulunur.
434 Baharda zayıf, açık yeşildir. Hafif bir yel esse, toprağa değecekmiş gibi yatar. Yaz ortalarında, dikende, önce mavi damarlar peydah olur. Sonra yavaş yavaş dikenin dalları, gövdesi mavileşir. Açıkça bir mavidir bu... Sonra mavi gittikçe koyulaşır.
435 Çakırdikenliğin içinden koşan çocuk soluk soluğaydı. Çoktanberidir ki durmamacasına koşuyordu. Birden durdu. Bacaklarına baktı. Dikenlerin yırttığı yerden kan sızıyordu. Ayakta duracak hali yoktu. Korkuyordu. Ha yetişti, ha yetişecekti.
436 Bir saat mi, iki saat'mi ne kadar kaldı orada, belli değil. Ama, ün yıkıldı gitti dağların ardına. Neden sonradır ki çocuk, söylenmeyi bırakıp, endini toparladı. Birden aklına düştü ki, arkasından geliyorlar. Deliye döndü. Güneşe bir göz atmayı da unutmadı.
437 Güneş başını almış gidiyordu. Şimdi nereye gitmeliydi? Hangi yöne? Bilmiyordu. Kayaların arasından incecik bir keçi yolu geçiyordu, ona girdi koşmaya başladı. Kaya demiyor, çalı, taş demiyor koşuyordu. Yornuğunu iyi almıştı. Duruyor, bir an arkasına bakıyor, onra gene koşmaya başlıyordu.
438 Umutsuzcasına arkasına gene baktı. Kan tere batmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Yere oturuverdi. Düştüğü yer ufacık taşlı bir yamaçtı. Ekşi ekşi bir hoş ter kokuyordu. Burnuna tatlı bir çiçek kokusu geldi. Gözlerini zorla açabildi.
439 Sevinçten yüreği ağzına geldi. Evin bacasından duman da çıkıyordu. Duman, ğır ağır, salına salına çıkıyordu. Duman, bir kara duman değildi. Dumanın rengi hafif mora çalıyordu. Arkasında ayak sesine benzer bir patırdı duydu. Başını hızla çevirdi.
440 Başını kaldırınca sakallı, avlunun ortasında, dikilmiş kalmış bir karartı gördü. Karartı kendisine doğru bir iki adım attı durdu. Adam aldırmadı. İşine daldı. Ortalık iyice kararınca adamın gözleri görmez olup, uğraşmayı bıraktı.
441 Arkasından, pişman olmuş gibi altdudağını ısırdı. Utangaç utangaç başını önüne eğdi. Yolda, Benim adım Kara Mıstıktır, derim dediği aklından çıkıp gitmişti. Olsun, dedi kendi kedine, Mıstık da neymiş yani kendi adım dururken. Saklayınca ne var yani adımı.
442 Sofra geldi ortaya serildi. Bütün aile ve İnce Memed sofranın etrafına halka oldular. Yemekte kimse ağzını açmadı. Sessizlik içinde yemek yendikten sonra, ocağa bir kucak odun daha atıldı. Ocağın tam orta yerine de yaşlı adam bir kütük getirdi yerleştirdi.
443 Otururdu bir taşın başına. Aaah derdi bizim köyü bir görsen! Taşı toprağı altındandır derdi. Denizi var, çamı da var, derdi. İnsan denizin üstüne biner her bir yere gidermiş. Dursun oradan kaçmış. Bana dedi ki, hiç kimseye söyleme benim oradan kaçtığımı.
444 Sonra gelin kalktı gitti. Biraz sonra sırtında dolu bir çuvalla geri döndü. Çuvalı orta yere indirdi. Çuvalın ağzını açınca dışarı pamuk kozaları döküldü. Kozalar temizlenmiş, bembeyazdı. Her biri bir top beyaz bulut gibiydi. Birden evin içini keskin bir koza kokusu aldı.
445 İki yıldır sürerim çifti. Çakırdikeni beni yer. Dalar... Çakırdikeni adamın bacağını köpek gibi kapar. İşte o tarlada çift sürerim. Abdi Ağa beni her gün döve döve öldürür. Dün sabahleyin gene dövdü beni. Her bir yanım döküldü.
446 Pamuk çekildi bitti. Ortalığı pamuktan düşen böcekler sarmış, telaşlı telaşlı oraya buraya gidiyorlardı. Kara, küçücük pamuk böcekleri... Ocağın bir başına da küçük bir yatak serdiler. Memedin gözlerinden sıcak bir uyku akıyordu.
447 Bu sırada Memed gerinerek uyandı. Gözlerini iyice iki eliyle ovduktan sonra ocaklıktan tarafa bakındı. Ağzı açık tenceredeki çorba usuldan usuldan buğulanıyordu. Başını dışarıya çevirdi. Kapıdan içeri bıçakla kesilmiş gibi bir güneş şeridi uzanıyordu.
448 Köyü bir uçtan bir uca dolaştı. Çocuklar bir gübreliğin üstünde köküç oynuyorlardı. Kadınlar gördü. Evlerinin günden yanına, duldaya oturmuşlar çıkrık eğiriyorlardı. Bir tek de köpek gördü. Kuyruğunu iki patancının arasına kıstırmış, korka korka bir duvarın dibinden yürüyordu.
449 Bu köyün her bir tarafını gübre almış. Akşama kadar köyü ev ev dolaştı. Hiç kimse ona, nereden gelip, nereye gidiyorsun demedi. Kendi köyleri olsa, bir yabancı görseler, bütün çocuklar başına toplanırlardı. Bu köy, bir başka köy.
450 Ama Memed, bu hüneriyle övünmedi. Başka bir çocuk olsaydı Memedin yerinde, vünmesinden geçilmezdi. O, çocuk işi der gibi, omuz silkti. Bu sebeptendir ki, Memedin onları yenişi, çocukların zoruna gitmedi. Sonra, Torosların güz yağmurları başladı.
451 Birkaç gün yağmur ara verdi. Islak taşların, kayaların, ağaçların, oprağın üstünde güneş parlıyordu. Ortalık usuldan da buğulanıyordu. Bir de köyün içinden buğuyla birlikte gübre kokusu geliyordu. Bazı bazı da güneşi bulutlar örtüyordu.
452 İnce Memed, evin kapısındaki bir taşın üstüne oturmuş, Süleymanın kendisi için ham gönden diktiği çarığı ayaklarına giyiyordu. Çarık ıslaktı. Çarığın üstünde mor tüyler de vardı. Tüylerden bunun bir tosun derisi olduğu anlaşılıyordu.
453 Döne, ezile büzüle içeri girdi. Abdi Ağa, ocağın başına, bir sedirin üstüne bağdaş kurmuş oturuyordu. Başındaki kadife kasketinin siperi sol kulağının üstünde. Yolda belde, kasabada hep böyledir. Bununla sofuluğunu göstermek ister.
454 Alışkın ayaklar, gidecekleri yolu biliyorlardı. Önce ufacık taşlı bir tarlaya düştüler. Sonra, keskin bir kayalığı aştılar. Kayalığın arkasına dinlenmek için oturdular. Üçü de yan yana... Sokulmuşlar. Birbirlerinin üstüne abanmışlar.
455 Çukurova yakın, dedi. Yüreğir toprağı var. Bizim köy, diye devam etti. Çok çalışırsın ama, kendi kendiyin ağasısın. Ne karışanın olur, e görüşenin. Tarlalara bir bakarsın bulut çökmüş sanırsın kara toprağa. Öyle pamuk olur işte.
456 Bir yazda Abdi Ağanın verdiğinin, yani yılda verdiğinin beş mislini alırsın. Bir şehir var, Adana şehri. Safi sırçadan, tiril tiril yanar gece gündüz. Aynen güneş gibi. Onun içinde gezersin. Evlerin araları, nlar sokak derler adına, cam gibidir.
457 Balı dök yala. Trenler gelir gider. Denizin üstünde bir köy kadar vapurlar yüzer. Dünyanın öteki ucuna gider. O da güneş gibi yanar. Işığa boğulmuştur. Bir bakarsın bir daha gözünü alamazsın. Para dersen sel gibi Çukurovada. Yeter ki sen çalış.
458 Şafağın yeri ışırken üçü de uyandı. Tan yerinde hafif bir kızıllık vardı. Bulutların kenarı sırmalanmıştı. Az sonra kırmızı kenarlı bulutlar beyazlaşmaya başladı. Sonra bir yel esti. Birazcık soğuk ama, çok tatlı. Seher yeliydi.
459 Kalabalık yönünü doğuya döndü. Önce ayakları çıplak çocuklar yürüdüler. Onların ardından ayağı çıplak kadınlar... Önce çakırdikenliğe çocuklar düştü. Ardından kadınlar... Çocukların bacakları ala kan içinde kaldı. Çocuklar, gene koştular.
460 Bu, böyle on gün kadar sürdü. Sonra, Döne bitkin geldi evine kapandı. Şimdi de başka bir şey taktı aklına. Gene her sabah çok erkenden kalkıyor, damın başına çıkıyor, uzak göklere gözünü dikiyor, gökleri araştırıyor. Nerede sönen bir kartal kümesi varsa yaya yapıldak oraya koşuyordu.
461 Memedi canı gibi seviyor. Gelgelelim, cin gibi, neşeden taşan oğlana son günlerde bir hal oldu. Ağzını bıçaklar açmıyor. Bir efkardır kaptırmış kendisini. Eskiden türkü söylerdi durmadan. Yanık söylerdi. Türküler de yok gayrı.
462 Keçilerini en iyi otlağa, en iyi yapraklı ormana götürürdü. Eskiden bir keçi, durup azıcık otlamasın, azıcık durgun görünsün, Memed derhal fark eder, na bir çare bulur, iyileştirirdi. Şimdi keçileri salıveriyor otlağa, turuyor bir ağacın, bir kayanın gölgesine, çenesini değneğine dayıyor, dalıp gidiyor.
463 Efkar basıyor: Toprağa gene çöküyor. Toprak cayır cayır yanıyor. Ama o durmuyor. Leyleğin gözü, diyor. Anacığım, diyor. Bir de bakıyor ki, kşam olmuş, gün batmış... Dağılmış keçilerini topluyor... Ötede, batan güneşten kalan son ışıklarla tepesi ışıyan Kınalıtepeye doğru sürüyor keçilerini.
464 Usul usul kalkıyor. Bu görünen düzlük, çakırdikenli düzlük. Kınalıtepenin arkasında Değirmenoluğu göremiyor. Ortaya bir set gerilmiş. Aynen gerilmiş perde gibi. Bir boz toprak yığını. Otları yanacakmış, hemen tutuşacakmış gibi.
465 Sıcak, boğucu bir geceydi. Keçi ağılı sası sası kokuyordu. Keçileri ağıldan çıkardı, önüne kattı: Bazı bazı, daha şafak atmadan, şafaktan çok önce göğün doğusunda bir tarafı kınalanıverir. Az sonra da oradaki bulutların kenarları sırmalanır.
466 Telaşlı bir hali vardı. Keçiler dağılıp oraya buraya gittiler. Memed toprağa oturdu, değneğini çenesine dayadı. Uzun uzun düşündü. Bir ara hışımla kalktı, keçileri tepeye doğru toplayıp sürmek istedi. Sonra vazgeçti. Oturdu gene düşünceye daldı.
467 Kamaştırdı. Bir zaman ışığa bakamadı. Gözleri alışınca yorgun, isteksiz kalktı. Keçileri aynı ağırlıkla topladı. Tepeye sürdü. Bir anda keçiler tepenin arkasına geçtiler. Memed, yönünü güneye döndü. Ellerini gözlerine siper etti.
468 Yüreği hop etti. Tepenin arkasının kuzey yanı ovaydı. Değirmenoluk köyünün tarlalarıyla, yani çakırdikenli ovayla bu ova arasına keskin boz topraklı sırt giriyordu. Keçileri bu sefer sırtın dibine doğru sürdü. Önünden iki küçük kuş uçtu.
469 Memed, olduğu yerde durmuş, Pancar Hösüğü seyrediyordu. Pancar Hösük bin bir güçlükle, oflayıp puflayarak keçileri ekinin içinden toplayıp çıkarırken, urup öylecene kendisine bakan çocuğu gördü. Onun keçilerin çobanı olduğunu anladı.
470 Orospu analı... Anasının... Çocuk yerinden kıpırdamıyordu. Halbuki ihtiyar, ocuğun kaçacağını, kendisinin de onun arkasından yetişemeyeceğini tasarlıyor, erden, ona atmak için taşlar topluyordu eline. Yaklaştı, çocuk ha kaçtı, ha kaçacak.
471 Hösük başını bir defa bile kaldırmadan biçiyordu. Bazı bazı beli ağrıyınca doğruluyor, ellerini beline dayıyor, uzaklara bakıyor, gene biçmeye koyuluyordu. Memedi çoktan unutmuştu. Memed de ekinin kıyısında durmuş, kımıldamadan, dimdik dikilmiş, ona bakıyordu.
472 Hösüğün bu haline kimse bir anlam veremedi. O doğruca Dönenin evine gitti. Döne kapısında, Pancar Hösüğü kendisine bakarak habire gülümser görünce, buna ne anlam vereceğini bilemedi. Pancar çok seyrek gülen bir adam olduğu gibi, ne Dönenin evine, ne de kimsenin evine gitmezdi.
473 Tarladan evine, evinden tarlaya. Başka birisi olsaydı bu harekette göze batacak bir şey yoktu yoksa. İşi olmadığı zaman da evinin önüne bir hasır serer, üstüne oturur, hiç kimseyle konuşmadan kendi kendine tahtalar oyar, güzel nakışlı kaşıklar, kirmenler, çam bardaklar, tespihler yapardı.
474 Azıcık bir zamanda Pancar Hösüğün getirdiği haber bütün köye yayıldı. Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, köyde kim varsa, Dönenin evinin önüne yığılıştılar. Ay ışığı, köyün toprak damlarının, Dönenin evi önünde kımıldanan insan kalabalığının üstüne dökülüyordu.
475 Kalabalıktan gürültü, patırdı, şamata geliyordu. Birden gürültü kesiliverdi. Ortalıkta ses soluk kalmadı. Cümle başlar da güneye doğru çevrildi. Bir atlı geliyordu öteden. Atının koşumlarının madeni kısımları ay ışığında parlıyordu.
476 Süleyman, dedi, sen hiç utanmadın mı? Benim kapıdan adam almaya utanmadın mı? Sen hiç haya etmedin mi? Abdinin kapısından adam alınır mı? Şimdiye kadar bu olmuş iş mi? Sen bilmez misin bunu? Yazık sana Süleyman. Şu ak sakalına da bakmadan.
477 Memed, harmanın bileziğinde kalan son sapları da attı. Harman yapılırken yağmur yağmış, sapları birbirine yapışmıştı. Saplardan kapkara, kömür tozu gibi bir toz çıkıyordu. Sabahtan beri, durmadan sap atan Memed, tanınmayacak hale gelmişti.
478 Günlerden beri çalışıyordu. Önce ekin biçmişti tek başına. Leyleğin gözündeki ekinin içi bir de devedikeniyle dopdoluydu. Sonra harman yapmak için anasıyla birlikte şelek çekti. Günlerden beri de döğen sürüyor. Bu yüzden, bir deri bir kemik kalmış.
479 Canını dişine taktı. Önce, uzandığı yerden kalktı oturdu. Başını sağ dizinin üstüne koydu daldı bu sefer de. Kendine azıcık geldi sonra. Ellerini toprağa bastırarak usul usul kalktı. Yüzünde, boynunda karıncaların dolaştığını hissetti.
480 Memedin dili damağı kurudu. Sıcakta, at da başını ayaklarının dibine indirmiş, lgün ölgün yürüyor. Memed, döğenin üstünde düşünüyor. Hiçbir tarafa baktığı yok. Leylekler ta harmanın yanına kadar sokulmuşlar. Memed, uyumuş kalmış gibi.
481 İki gün sonra harman savruldu. Üçüncü gün kasar sürüldü. Dördüncü gün de ceç edildi. Kırmızı buğday taneleri harmanın ortasında parlıyordu. O gün, uğdayı çuvallara doldurup eve taşıyamadılar. Ceç, harmanın ortasında olduğu gibi kaldı.
482 Öğle oldu gene bir haber yok. İkindiye doğruydu ki, arkasında semerli beygirlere binmiş üç yanaşmayla çıkageldi. Yüzü karanlık, korkunçtu. Döne, bu yüzü görünce korktu. Yıllardan beri çok iyi tanırdı onu. Dönenin kara bir deri gibi kırışık yüzü, Biraz daha kırıştı.
483 Memedlerin evi bir gözdür. Bir göz toprak dam... Duvarı, ancak bir metre yüksekliktedir. Bütün köyün damları güz yağmurlarına dayanmaz akardı. Köyde bir Memedlerin damına kareyleyemezdi güz yağmurları. Baba ölmeden az önce, gitmiş Sarıçağşaktan toprak getirmiş, evin üstünü onunla döşemişti.
484 Ocakta, yalımlar birbirini yiyordu. Bu sırada Memed içeri girdi. Elleri kıpkırmızı kesilmişti. Ocağın başına çömeldi. Arkasına dönünce, yatmış geviş getiren ineği gördü. İnek rahattı. Önünde saman vardı. Yemiyordu. Evin öteki ucu da samanla doluydu.
485 Sabahtan beri ev ev dolanıp duruyorum. Ne yaptığımı, nereye gittiğimi bilmiyorum. Duydum ki sende de kalmamış buğday. Arpayı da tüketmişsin. Biz de tüketeli bir hafta oldu. Çuvalların dibi görüneli çok oldu. Bu yıl bizim ekin olmadı bacım.
486 Parçalamaya, atılmaya hazırlanmış kaplanın gözlerinde de aynı pırıltı yanar söner mutlak. Bu nereden gelir? Belki yaratılıştadır. En doğrusu, çekilen işkencede, dertte, beladadır. Memedin gözlerine bu pırıltı, son bir yıl içinde gelip yerleşmiştir.
487 Döne! Döne! diye bağırdı. Sen doğru evine git! Sana bir tek tane bile vermem. Evine git! Döne! dedi. Şimdiye kadar benim köyümden, enim kapımdan adam kaçıp da başka köye, başka adama çoban olmadı, yanaşma olmadı. Bunu senin bir karış oğlun icat etti.
488 Durmuş Ali, tam altmışında. Köyün en iri adamı. Yaşlı bir çınar kadar sağlam. Büyük yüzü, küçücük gözleri var. Ömrü boyunca ayağına ayakkabı giymemiştir. Ayağının altında kara, karış karış yırtılmış kalın bir tabaka ayakkabı yerini tutar.
489 Döne, evin önünde bir zaman dikildi kaldı. Döneyi, dışarda Dursun görüp ağasına haber verdi. Haber üstüne Ağa dışarı çıktı. Döne başını yerden kaldıramıyordu. Sivri, ince çenesi titriyordu, çocuk dudakları büzüşerek titriyordu.
490 Dağ taş, dere tepe sırf meşedir. Meşeler kalın, kısa gövdelidir. Dalları güdüktür. En uzun dalın uzunluğu bir metreyi geçmez. Koyu yeşil yapraklar üst üstedir. Toprakta, sağlam, toprağa bütün güçleriyle yapışmış dururlar. Hiçbir güç onları oradan ayıramayacakmış gibi gelir.
491 Kadirliyle Cığcık arası küçük küçük, yaygın tepelerdir. Bu tepelerin toprakları killi, kapkara, yağlı, verimlidir. Buralar, eski Çukurova bataklıklarının son ucudur. Batısına Ağcasaz bataklığı düştüğü gibi, oğusuna da Torosların çamlığı düşer.
492 Bin bir bela... Boy atamadı. Omuzları, bacakları gelişmedi. Kolları, acakları kuru birer ağaç gibiydi. Kupkuru. Avurdu avurduna geçmişti. Yüzü esmerdi. Gün yanığı esmeri... Ona şöyle alıcı gözle bakınca o meşeler mutlak akla gelirdi.
493 Bir türkü duyulur... Gecede başka türlü, gündüzde başka türlüdür. Çocuk söylerse başka tatta, kadın söylerse... Genç söylerse başka türlü olur, aşlı söylerse... Dağda söylenirse başka, ovada, ormanda, denizde başka türlüdür. Hep ayrı ayrı tattadır.
494 Bu çorap aşktır. Öyle bir gelenekten gelir. Memedin eli dokununca titremesi, ışığa çıkınca irkilmesi boşuna değildir. Böyle çorapların üstünde hep iki kuş nakışı bulunur. Gagalarını dayamış öpüşür gibi iki kuş... Sonra, iki ağaç vardır, gövdeleri küçücük.
495 İkisi bir olup kafa kafaya vermişler, kasabanın nasıl bir yer olacağı üstüne tartışmışlar, en sonunda dayanamamış, gitmeye karar vermişlerdi. Oraya içlerinden bir şey çekiyordu onları. Dursunun masal gibi anlattığı Çukurova çekiyordu onları.
496 Bir hızda Süleymanlıdaki tahta, yanık köprüyü, yeraltı yolunu, an mezarını geçtiler. Torunlara geldiklerinde öğle olmuştu. Hava ılıktı. Nar ağaçları kırmızı çiçeklerini açmışlardı. Toprakta bir ıslaklık vardı. Toprağa oturdular.
497 Keçi sakallı, gavur dinli Abdinin köyünden öyle mi? Duyduk ki gavur Abdi de ağa olmuş. Duyduk ki köylüleri kul gibi çalıştırır, hepsini aç kormuş. Kış gelince acından ölürmüş millet. Diyorlar ki Abdinin izni olmayınca kimse evlenemez, kimse köyden dışarı bile çıkamazmış.
498 Bre delikanlılar, dedi, o keçi sakallı it var ya, o köylüye zulmeden deyyus, o yiğit kesilen, avradını... Abdi var ya, bir tavşan kadar korkaktır. O, bir karı gibidir bre! Geçti yavrularım. Geçti. Onun böyle bir namussuz olacağını bilseydim canını cehenneme gönderirdim.
499 Ahmet geliyor diye avuturlardı. Koca Ahmet bir dehşet olduğu kadar bir sevgiydi de. Koca Ahmet bu iki duyguyu yıllar yılı bu dağlarda yan yana götürebilmişti. Bunun ikisini bir arada götüremezse bir eşkıya, dağlarda bir yıldan fazla yaşayamaz.
500 Şu kadar para isterim diye. Mektubu alan zengin adam; hemencecik istenilen parayı gönderirdi. Kimden ne kadar para istemişse eşkıyalığı süresince, antimi santimine almıştı. Öteki eşkıyalar giderler, zenginlere işkence ederler, öldürürler, çoğu gene beş para alamazdı.
501 Şabaplıya geldiler. Şabaplının altından geçen su arkı patlamış, alttaki yolu su basmıştı. Ayaklarını çıkarıp girnek zorunda kaldılar. Şabaplının aşağısında, yani şimdiki Bolat Mustafanın evinin oralarda bir kırmızı toprakla bir beyaz toprak yan yanadır.
502 Cilpirtiliği geçince kasabanın ilk evleri göründü. Bir kısmı saz evlerdi bunların. Saz evlerin alt başında büyük kiremitli bir yapı görünüyordu. Sonra, nların ötesinde, parlayan çinkoları, beyaz badanalı evleri, kırmızı kiremitleriyle bir oyuncak şehir gibi kasaba uzanıyordu.
503 Kararmış mezar taşlarının kuzeye gelen yanları yosun bağlamıştı. Mezarlığın orta yerinde de yaşlı, dalları çıplak denecek kadar yapraksız, bir tarafı da tamamen kurumuş ulu bir dut ağacı vardı. Bu kadar kocaman bir mezarlığı da ilk olarak görüyorlardı.
504 Dura seyrede çarşının ortasına geldiklerinde, gün tepenin ardına iniyordu. Bir kumaş dükkanının önünde durmuşlardı. Türlü göz alıcı basmalar, yazmalar, şalvarlık kumaşlar, bir ipe dizilmiş kasketler, pek krepler... Krepler sıra sıra, bir uçtan bir uca dükkanın içine asılmış.
505 Dükkanların hemen hepsi kapandı. Oradan oraya dolaşıp duruyorlardı. Bir saat kadar soracak kimse bulamadan, bir münasip adam bulamadan dolaşıp durdular. Öyle olur olmaz adamları gözleri tutmadı. Durup kötü kötü düşünürlerken Memed birden sevindi.
506 Adam hızlı hızlı yürüyordu. Memed adamın yürüyüşüne dikkat etti. Bu, sarp yerlerin insanının yürüyüşüydü. Sarp yerlerin insanları adım atarken ayaklarını havaya fazla kaldırırlar. Dizleri hizasına kadar. Sonra ihtiyatlı, korka korka indirirler.
507 Hasan Onbaşı Kafkasyada esir kalmıştı. Oraları anlattı. Galiçyayi da anlattı. Şamı, Beyrutu, Adanayı, Mersini, Konyayı, Konyada Mevlana derler bir ulu yatar, onun türbesini anlattı. Sonra birden anlatmayı bıraktı, organı başına çekti.
508 Köşede birisi sazın üstüne yumulmuş, çalıyordu. Usuldan da, duyulur duyulmaz, kalın bir sesle türkü söylüyordu. Adamın uzun yüzü gaz lambası ışığı altında türlü türlü şekle giriyor, bir uzuyor, bir kısalıyor, ir genişliyordu. Memed, hiçbir şey düşünmeden uzun zaman onu dinledi.
509 Dünya kafasında büyümüştü. Dünyanın genişliğini düşünüyordu. Değirmenoluk köyü bir nokta gibi kalmıştı gözünde. O kocaman Abdi Ağa, karınca gibi kalmıştı gözünde. Belki de ilk olarak doğru dürüst düşünüyordu. Aşk ile şevk ile düşünüyordu.
510 Çarşının ortasına geldiler, şaşkın şaşkın durdular. Öylece dikilmiş dört yanı seyrediyorlardı. Güneş alabildiğine çökmüştü. Çarşının kalabalığı onlara görülmedik bir kalabalık göründü. Memed, kendi kendine Karınca gibi kaynaşıyorlar, dedi.
511 Şerbetçi öne doğru eğilerek, tası doldururken, o, parlayan pirincin üzerinde korkarak elini dolaştırdı. Şerbetçi ikisine de birer tas şerbet doldurdu uzattı. Şerbet soğuk, buz gibi köpükleniyordu. Her ikisi de şerbeti ancak yarısına kadar içebildiler.
512 Kasabanın dışına çıktıklarından itibaren kasaba gözden kayboluncaya kadar, önüp dönüp baktılar. Kasabanın üstünde ak bulutlar dönüyordu. Evlerin bacalarından süzülen gümüşi dumanlar, havada asılıp kalmışlardı. Kırmızı kiremitler durgun mavinin üstüne yapışmıştı.
513 Uzun ıslığının sonu kesik kesik biter. Başlar biter, başlar biter. Bütün ötüşün tadı, örütüşü bu kesik kesik sondadır. Memed bu ötüşü tıpkı tıpkısına taklit ederdi. Birkaç kere yattığı yerden divlik kuşu gibi öttü. Gözü kapıdaydı.
514 Bir Hasan Onbaşı ki, bana dedi ki al nişanlını gel Çukurovaya... Hasan Onbaşı dedi ki, Çukurovanın ağası yok. Öyle dedi. Hasan Onbaşı bana tarla bulacak, küz bulacak, ev bulacak... Hasan Onbaşı var Çukurovada. Nişanlını kaçır gel dedi.
515 Hatçe Osmanın kızıdır. Osman yumuşak, kimseyle ilgilenmeyen, kendi halinde bir adamdır. Hatçenin anasıysa Allahın bir belasıdır. Köyde ne kadar kavga, e kadar gürültü varsa içindedir. Uzun boylu, güçlüdür. Evin bütün işini o görür.
516 Bunun üstüne, on altı yaşlarında olan oldu. Memed yorgundu. Çift sürmeden geliyordu. Hatçe de dağdan, mantar toplamadan. Belki bir aydır birbirlerini görmüyorlardı. Birbirlerine Alacagedikte rastlayınca, ikisini de bir sevinç, ir gülme aldı.
517 Memede muhabbet çorapları dokuyor, mendilleri işliyordu. Üstüne türküler çıkarmıştı. Aşkım, hasretini, kıskançlığını renk renk nakışlara, ses ses türkülere dökmüştü. Bu türküler hala Toroslarda söylenir. Çorapları gören ürperirdi.
518 Belki umuttur. Belki de bir özlemdir. Özlem sıcacıktır. Özlem bir dost, bir sevgilidir. Sarıverir insanı sıcaklığı. Memedin kafasında, önlünde ta iliklerine işlemiş, sarı pirinç pırıltıları vardı. Pırıltıların ötesinde kırmızı kiremitleri maviliğe yapışmış kasaba.
519 Hasan Onbaşının çocuksu, şakacı güleç yüzü... Ak sakalları. Ak sakalları yüzünde takma gibi duruyor. Hasan Onbaşı bir yer bulur. Bir de çift, yani iş bulur. Nedense Hasan Onbaşıya çok güveniyor. Bütün dünyayı karış karış gezmiş, biliyor, diyor içinden.
520 Kasabanın ağası da yok. Hatçe, anası, üçü üç yerden çalışırlar. Çalıştıkları kendilerinin olur. Hasan Onbaşı bu işi yapar mı yapar. Düşünüyor ki, nereden duymuştur, onu bilmiyor, Çukurova toprağı verimlidir. Düşünüyor, yüreği daralacak şekilde seviniyor.
521 Çukurova toprağında çakırdikeni bitmez. Kendi Çukurovaya yerleşince, ev bark sahibi olunca, bir gün köye gelecek, Çukurova böyle böyle diyecek... Bütün bir köy arkasında inecekler Çukurovaya. Abdi, tek başına kalacak köyde. Ne ekin ekmesini bilir, ne biçmesini.
522 O, anasına cevap verdiğini sanıyor, düşünüyor. Beyaz bir fötör şapkalı görmüştü manavların önünde. Tertemiz... Pantolonlu bir adam... Adam, portakal alıyordu. Parmaklarına dikkat etmişti. Uzun, eyaz parmakları çabuk çabuk para sayıyordu.
523 Memed ateş içinde kasabayı anlattı bitirdi. Fakat anasına söyleyeceğine gelince yutkundu kaldı. Anası, onun bu halini bilirdi. Bu sefer de meseleyi çaktı. Oğlunun saçlarını okşadı. Gözlerinin içine baktı. Oğlu bir şey, ama önemli bir şey söyliyecekti ama, söyleyemiyordu.
524 Hatçe için dünür göndermiş. Dünürleri arasında Abdi Ağa da var. Çığırıp bağırmasına, çağırmasına bakmadan, kızı ilk gelişte Abdi Ağanın yiğenine veriyorlar. Abdi Ağanın yiğeni bulunmaz kısmet. Kızı kendi gönlüne bıraksan, ya çingeneye varır, ya da davulcuya.
525 Bana bak Memed! dedi. Bu köyde yaşamak, ekmek yemek istiyorsan benim dediğimden ayrılma. Sen çocuksun. Sen bilmezsin. Sen beni bilmezsin. Ben adamın ocağına incir dikerim. Duydun mu ekmeksiz, nankör? Ben adamın ocağına incir dikerim.
526 Evler, ağaçlar, kayalar, yıldızlar, ay, toprak ne varsa dünyada, epsi karanlığın içinde kaybolmuşlar, erimişlerdi. Usuldan usuldan karanlığın üstüne yağmur çiseliyordu. Yağmurla birlikte, hafif de bir yel esiyordu. Yel, soğuk bir yeldi.
527 Memed, hiçbir şey düşünemez. Memed, yalnız üşüyordu. Memed, bir şeyler duyuyordu düşünmeden. Karanlığa yağmur çiseliyordu usuldan. Karanlık bastığından beridir ki Memed, bu yağmuru yiyordu. İçine geçmişti. Bazı bazı bir titreme alıyor, sonra geçiyordu.
528 Etini kesmişler gibi bir yerleri ağrıdı. Yüreğinde bir zehir acılığı duydu. Bir sızlama. İşkence edeceklerdi anasına... Çok uzakta bir şimşek çaktı. Karanlıkta erimiş dutun gövdesini, dallarını yaldızladı. Memedin de içinin karanlığından bir ışık yolu geçti.
529 Bu anda bütün köy, atıyla, eşeğiyle, sığırı, keçisi, koyunu, böcekleri, avukları, kedileri, köpekleriyle uyuyordu. Düşmanlıkların, kinlerin, evgilerin, korkuların, kaygıların, yiğitliklerin üstünü kalın bir uyku örtmüştü. Düşler çarpışıyordu.
530 Değirmenoluk köyünden başka hiçbir yere çıkmamış bir insanın bile geniş bir hayal dünyası mevcuttur. Yıldızların ötelerine kadar uzanabilir. Hiçbir yer bulamazsa Kaf dağının arkasına kadar gider. O da olmazsa, düşlerinde yaşadığı yer başkalaşır.
531 Ya gelmezse, diye düşündü. Ya gelmezse ne yaparım? Kafasından türlü ihtimaller geçti. Gelmezse, ben bilirim yapacağımı, dedi. Eli tabancasının kabzasına gitti. Tabancası aklına gelince bütün korkuları siliniyor, aresizliğini unutuveriyordu.
532 Yanlarında, arkalarında, önlerinde şimşekler çakıyordu. Kayalığı geçtikten sonra bir ormana düştüler. Çakan şimşeklerden arada bir orman ışıyor, ortalık gündüz gibi oluyordu. Ağaç gövdelerinden oluk oluk suların aktığı görülüyordu ışıkta.
533 Hatçe kovuktan dışarı, yağmura fırladı. Biraz sonra, kocaman bir kucak çalıyla geri döndü. Çalılar ıslaktı ya, aslında kurumuşlardı. İnce ince kırdılar, kovuğun orta yerine yığdılar. Memed, kavı çaktı. Çaktı ama, kav yansa bile, tutuşturmaz ki çalıyı.
534 Hatçe, Memedin kızdığını anlayınca, gömleğini çıkarmaya başladı. Omuzları yuvarlak, esmerdi. Gömleğini çıkarır çıkarmaz çalıya attı, memelerini avuçlarına aldı kapadı. Omuzları titriyordu. Boynu, bir kuğu boynu gibi uzun, oştu.
535 Yorgan kadının elinde kalakalmıştı. Ancak, kocası kendisine seslenincedir ki kendine geldi. Yorganı elinden bıraktı. Toros köylerinde töre yerine geçmiştir. Kızı kaçan, atı, öküzü, horozu çalınan evinin kapısına çıkar, ütün köye, çekemeyenlere, gözleri kaldırmayanlara basar küfürü.
536 Yağmur durmadan yağıyordu. Köylüler yağmurun altına dökülmüşler, irbirlerine sokulmuşlar konuşuyorlardı. Öbek öbek toplanmışlar. Yağmur altında evden eve gidip gelmeler, yağmur altında büzülerek, ağız ağıza konuşanlar... Suya batmış gibi sırılsıklam her biri.
537 Abdi Ağanın kapısına kadar getirdi. Kadını Abdi Ağa da gördü. Kendini tutamadı. Geldi çizmelerinin ökçeleriyle çiğnemeye başladı. Dönenin ağzından çıt çıkmıyordu. Her bir yanı çamura batmıştı. Gözleri bile çamurdan görünmüyordu.
538 Abdi Ağa, kadını bıraktıktan sora, bu sefer de nişanlı çiğnemeye başladı. Bırakıyor, avluda bıyıklarını geveleyerek dolaşıyor, tekrar kadına gelip çiğnemeye başlıyordu. Kadının ağzından sızan kanlar, çamura karışıyor, aşağılara kadar, kırmızı bir şerit olaraktan uzayıp gidiyordu.
539 Abdi Ağa, tepeden tırnağa sinir kesilmişti. Konuşmadan avluda dolanıp duruyordu. Kimseyi de gördüğü yoktu. Yöredekiler dolanıp duran Abdi Ağaya dikmişler gözlerini, ne söyleyecek diye bakınıp duruyorlardı. Önemli bir karar vereceği zaman, sakalının bir parçasını şahadetparmağına dolar çekerdi.
540 Hösük de gelmişti Ağanın evinin önüne. Hani Pancar Hösük var ya, şte o. Hösük Topal Aliyi eskiden beri tanırdı. Topal Aliyle, ıllardan beri bir tarlada, yan yana çift sürerlerdi. Topalın ne yaman bir izci olduğunu bilirdi. Zaten bu yanlarda bilmeyen yoktu.
541 Topal, Memed neredeyse, hangi yolda beldeyse, mağarada kovuktaysa eliyle koymuş gibi bulacaktı. Nasıl etse de şöyle çaktırmadan Topalla bir konuşabilse. Topal onu kırmazdı. Bunca yıl birlikte tuz ekmek yemişlerdi. Topal hayran, köylülerin Ağaya kendisini övmelerini dinliyordu.
542 Memede! Kıyma öksüze! Kıyma İbrahimin bir oğluna! İbrahim gibi iyi adam var mıydı? Seni de çok severdi. Mezarında kemikleri sızlar sonra. Bilirim. Hemen şimdi elinle koymuş gibi bulursun. Abdi ona çok kötülük eder. Kötülüğü sen etmiş olursun ona.
543 Herkes öldü sandıydı onu. Altı ay mı, bir yıl mı sonra ne, ben gördüm de anasına ben haber verdim sağlığını. Yaa öyle olduydu o zaman. Herkes öldü biliyordu oğlanı. Başını sokar bir yere. Gel kardaş şaşırt bunları. Kim bilir fıkaracıklar şimdi bu yağmurda yaşta nereye sokuldular.
544 Ya kardaşım Ali, fıkaracıklar şimdi sokulmuşlardır birbirlerine, itriyorlardır bir ağacın altında. Üstlerinden, yağmur değil bu, bir ırmak akıyordur şimdi. Bir ırmak durmadan akıyor. Ali kardaş! Korkuyorlar şimdi fıkaracıklar.
545 Adamın yüreği parçalanır hallerine! Şu yağmurun da ettiğine bak! Durmuyor etmiyor. Şunların haline acısa da dursa, dursa Ali kardaş! Bir kuş parlasa korkuyorlar... Bir sıçan kaçsa, bir kertenkele tırmansa ağaca... Yürekleri göğüslerine sığmıyor şimdi.
546 Allah! Bu Memed, Kesme köyüne kaçtı da, hani ben haber verdiydim anasına, kız o gelinceye kadar hasta yattı. Deliye döndü. Bu böyle kardaşım Ali. Bu, böyle işte! Gerisini sen düşün Alim. Sonra, tuttular kızı, verdiler Abdinin kel yiğenine.
547 Onlar da kaçtılar. Gerisini sen düşün. Bir kuş, bir çalıya sığınır. O çalı da, o kuşu saklar. Memed sana sığındı Ali. Sebep olma. Sen bu işi yaparsan Abdi sana dost olur ama, bir koca köy sana düşman kesilir. Abdi dost olsun da diyeceksin.
548 Cümle köy, taşı toprağı, insanı, hayvanıyla Topala içinden beddualar ediyordu. Hatçelerin evinin önündeki dut ağacının altında iki iz yan yanaydı. İzi sürdü. Önce Hatçelerin evini dört beş sefer dolandı. Köyün bütün çocukları arkasındaydı.
549 Yeter ki ona sürecek iz olsun. Dayanamaz. Topal, iyi adam, hoş adam, evdalılara da yüreği parçalanıyor ya, iz sürmemek elinden gelmez. İz sürmeye gelince hiçbir şey geçemez önüne onun. Kendisini öldüreceklerini bilse bile, ötesinde ölümünü görecek bile olsa, bir iz ver önüne, sürer götürür.
550 Topal Ali gitti geldi, gitti geldi. Kapıların önünde attan inip, oprağı iyice araştırdı. Taşlara baktı. Bir iz bulabilmek için ne yapılmak gerekiyorsa, hepsini yapıyordu. Yalnız asıl izin bulunduğu yere bir türlü yaklaşamıyordu.
551 Yerde upuzun bir çarık izi yatıyordu. Kendi kendine: Çarık daha yeni dikilmiş, dedi. Tüyleri uzun. Bu, olsa olsa kışın ölmüş bir tosun derisi olabilir. Gözünün önüne yeniden ormanda sevişenler geldi. Usul usul çiseleyen yağmurun altında.
552 Atları birisine teslim ettiler. Alinin ardına takıldılar. Kayaların arasında azıcık bir toprak parçası gördüler. Toprak parçasında üç tane sarı çiçek açmıştı. Toprak parçası kapkara, ışıl ışıldı. Sarı çiçekler parlıyorlardı. Sarı çiçeğin birisi yan yatmıştı.
553 Ormanın kıyısına gelince Ali durdu. Yüzü sapsarı, kül gibi oldu, sonra da morardı. İzler ormanlıktaki kayalığa doğru yön değiştirmişti. Bu, bir kör yürüyüşüydü. Nereye gideceklerini bilmeyenlerin yürüyüşü... İz bir zaman doğru gidiyor, gidiyor, dönüp başka yöne vuruyor, yeniden dönüyordu.
554 Yavaş yavaş karanlık basıyordu. Ali, tam izin üstündeydi. İz, öylesine belliydi ki, karanlıkta bile sürebilirdi. Artık kapandaydılar. Neredeyse ele geçeceklerdi. İzler, gittikçe tazeleşiyordu. Bir çalının ardında, bir çıtırdı duydular.
555 Topal, biraz önce izi sürüp getirdiğinde bir sevinmişti ki... Şimdi bu durumu görünce müthiş bir kedere gömüldü. Her zaman böyle olurdu zaten. Oraya, bir kütüğün üstüne oturdu kaldı. Başını elleri arasına aldı. Kendi kendine söyleniyordu, Ben, bu işi yapmayacağım.
556 Taş gibi, öylecene durmuş bekliyordu. Bu sırada şalvarının sağ cebindeki eli biraz oynadı. Tabancayı yavaş yavaş tabaka çıkarır gibi heyecansız, ışarı çıkardı. Abdi Ağaya doğrulttu. Sanki hiçbir şey olmuyordu. Öyle dingindi. İki el ateş etti.
557 Memed, sıcak çorba tasını eline alınca, yıllar önce aynı ocağın, ynı köşesinde gene böyle üşürken çorba içişini anımsadı. O zaman yalnızdı. O zaman korkuyordu: Her şeyden korkuyordu. Orman üstüne üstüne geliyordu. Korkuyordu. Şimdi cesur.
558 Deli Durdu bize akraba gelir. Benim çok iyiliğimi gördü. Seni korur. Onun yanında üç aydan fazla eğleşme. İtin biri. Onu çok yaşatmazlar dağda. Bir gün nasıl olsa vurulacak. Onun gibi bir eşkıyanın bir yıldan fazla dağda kaldığı görülmemiş amma, bunda bir şey var.
559 Gene de benim bildiğime göre çok yaşamaz. Yerini yap, onun yanından ayrılmaya bak. Zaten, eninki bir iki aylık bir deneme, alışma. Ondan sonra kendine bir çete kurarsın. Bak! Sana tekrar söylüyorum o itlen dolaşma uzun boylu. Eşkıya değil soyguncu, hırsız.
560 Sen olmasan yüzüne bakmazdım o itin. Bir taraftan da Deli Durdu iyi çocuk. Onu köylüleri bozdu. Köyüne misafir gitmiş bir gün, endi köylüsü ona delice yedirip candarmaların tuzağına düşürmüşler. Zor bela kurtulmuş. İşte ondan sonra azdı.
561 Tesirin o zaman iyi olur üzerlerinde. Ağırbaşlı davranacaksın. Eşkiyalıkta yanındakilere tesir şarttır. Ha ne diyordum, hemencecik hepsiyle tanışıp, hbap olayım deme. Bir zayıf damarını keşfederlerse ömrünün sonuna kadar rahat edemezsin.
562 Onların yanlarında on paralık onurun kalmaz. Gün geçtikçe hepsini iyice tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine yandığın günün resmidir.
563 Hapishaneyle dağın birbirlerinden zerrece farkı yoktur. İki yerde de reisler var, geriye kalanlar reislerin kullarıdır. Hem de ne aşağılık kullar... Reisler insan gibi yaşarlar, ötekiler köpek gibi... Sen reis olacaksın. Ama ötekileri köle gibi kullanma.
564 Durdu, karşıdaki Aksöğüt köyündendi. Süleyman onu çocukluğundan beri tanırdı. Babası, harbe gitmiş, bir daha da dönmemişti. Azıcık akraba oldukları için Süleyman ona, anasına yardım etmişti. Daha doğrusu açlıktan ölmemelerine sebep olmuştu.
565 Yağmur, sabahleyin kesilmişti. Ova çamurdu. Ama şimdi dağa tırmanıyorlardı. Bastıkları yer küçücük taşlıydı. Taşlar, ayaklarının altında kayıyordu. Hava çürük ağaç, acı çiçek, ot kokuyordu. Gökteki yıldızlar iri iri... Her birinin yöresini aydınlık bir halka çevirmiş.
566 İçindeki gariplik bundan mı geliyordu ola? Karşıdaki ateş karardı. Silah temizleyenlerin yüzleri karanlığa karıştı gitti. Kayadaki gölgeler devleştiler, onra da ortadan yok oldular. Esen yel, yalımları günbatıya doğru yatırıyordu.
567 Şimdilik doğacağı da yoktu. Alacakaranlıkta, ocağın kıyısına sıralanıp uyumuş, hala horlayan eşkıyaları gördü. Gözü nöbetçiyi aradı yörede, hiç kimseyi göremedi. Ortalıkta horultudan geçilmiyordu. İçleri rahat uyumayanlar horlar.
568 Durdunun uzun yüzü gerildi. Genç olmasına karşın, Durdunun yüzü kırışık içindeydi. Ağzı çok büyük, dudakları incecikti. Sağ yanağının üstünden saçlarının içine kadar, uzun bir yanık izi vardı. Çenesi sivriydi ama, çok güçlü görünüyordu.
569 O, büzülmüş, bitmiş gibi görünen ihtiyar, kendinden beklenilmyen bir çeviklikle koşa koşa geldi bir paçavra yığını olan, kayış gibi kirlenmiş elbiselerini kucakladı. Koşa koşa geri döndü. Eşeğin önünde, abire koşuyordu. Memedin yüzü kapkara kesilmişti.
570 Talihin varmış İnce oğlan. Bugün kısmetimiz iyi gitti. Üzerlerinden de tam bin beş yüz lira çıktı. Atları, elbiseleri de cabası... Çocuğun elbiseleri sana iyi gelir. Daha yepyeni. Nasıl da bağırıyordu it oğlu it! Canı şekerden tatlı.
571 Oğulları, akrabaları, fedaileri, yanaşmaları başına toplanmışlar, onun ağzından bir çift laf çıkmasını bekliyorlardı. Oysa hafif hafif boyuna inleyerek, of çekiyordu. Karıları, başucuna oturmuşlar sessiz sessiz ağlaşıyorlardı.
572 Ağa onu dövmezse çok büyük bir kötülük yapacaktır ona. O adam ömrünün sonuna kadar, işlediği suçun cezasını çekecektir. Eğer döverse unutulur giderdi suç. Abdi Ağaya karşı suç işlediklerini sanan köylüler gelir onun önüne otururlar, dayak yiyinceye kadar önünden kalkmazlardı.
573 Biraz sonra avlu kadın çığlıklarıyla doldu. Velinin anası, babası, öylüleri gelmişti. Ana, oğlunun üstüne atılmış, kan çamur içindeki ölüyü öpüyordu. Babaysa bir elini şakağına dayamış, kanı çekilmişcesine duruyordu. Anayı güç bela oğlunun ölüsü üstünden kaldırıp götürdüler.
574 Bilseydim bunu yapacağını... Bir bilseydim... Bir bak onların başına neler getireceğim. O melun da, o oruspu da bin kere ölümü arayacaktır. Bin kere... Aratacağım... Bunu kor muyum onların yanına? Öyle mi sanıyorsun? Bir çam ağacına bağlayacağım onları, altından ateş vereceğim.
575 Bütün kötülükler bu kızın yüzünden oldu zaten. Bütün suç da onun... Oğlanı da kız vurdu yani... Gözümüzle gördük ki Veliyi kız vurdu. İkisinin elinde de tabanca vardı. Hepiniz gördünüz. Önce melun beni hedef aldı ateşledi. Sonra da kız, oğlanı hedef aldı ateşledi.
576 Oğlan dediğim o melun İnce Memed var ya, işte o. Onun elini tutmuş ikisi birden kaçıyorlardı. Vardım Hatçeye sarıldım. Göndermedim. Gözümün önünde Hatçe vurdu Veliyi. Başını salladı. Gözlerini yaşarmış gibi kuruladı. Aaah Veli Ağam.
577 Ben, dedi, ben hiçbir şey görmedim Ağa. Hiçbir şeycik. Bir iz sürdüm diye köylü yüzüme bakmıyor. Ne bu köylü, ne de bizim köylü. Ben geçerken çocuklar bile arkasını dönüyor. Avradım bile bana tiksinerek baktı. Konuşmadı benimle.
578 Bir karış çocuk öldürmeye kalksın beni... Beş tane koca köyün ağasını... Sahibini... Bir kız için. Ben ölseydim sizin haliniz neye varırdı? Bir düşünün hele! Bir düşünün benim yokluğumu... Bir kız bana gelin olacakken, gitsin bir baldırıçıplakla kaçsın.
579 Hepiniz sağolun; dedi. Bu yıl sizlerden ancak mahsulün dörtte birini alacağım. Haydi, dedi, hayvanları da size bağışladım. Elinizdeki hayvanlar sizin olacaktır. Haydi gidin ellerinizi vicdanınıza koyun, hükümete ne söyleyeceğinizi belleyin.
580 Öğlen sonuydu ki, önde iki süngülü candarma, arkada doktorla savcı, candarma gedikli çavuşu gelip Abdi Ağanın evine indiler. Avludaki ölünün üstüne çiçekli bir yorgan atılmış, ölünün sapsarı kesilmiş kolu, yorganın dışına çıkmıştı.
581 Çavuş beraberinde daktilo da getirmişti. Daktilo heybeden çıkarılıp, kmek tahtası üzerine kondu. Bir de candarma gönderdiler. Hatçeyi getirttiler. Kızın ifadesini aldılar. Kız, ifadesinde olayı olup bittiği gibi anlattı. İfade zapta geçirildi.
582 Hatçe elinde bir tabanca nişan almış, bir de nişan almış ki... Veliye ateş ediyor. Veli, yandım anam diyerek yere düşünce Hatçe de dondu kaldı. Tabanca da elinden düştü. Ben vardım tabancayı çamurun içinden aldım. Memed, kızı, yani bu Hatçeyi kolundan tutmuş kaçıyorlardı.
583 O gece Abdi Ağanın evinde misafir kaldılar. Altlarına çifte döşekler serildi. Şereflerine kuzular kızartıldı. Toprak kızartması. Savcı dağ köylüklerine her gelişinde toprak kızartması yaptırırdı. Etin en lezzetli pişme biçimi, mutlak toprak kızartmasıdır.
584 Yürürken ayakları birbirine dolanıyordu. Bu onun, köyünden uzaklara gitmek için ikinci çıkışıdır. Birincisinde yanında dayanağı, sevdiği vardı. O zaman nereye gideceğini, ne yapacağını biliyordu. O zaman sıcacık bir tarla, bir ev hayalinin peşinde koşuyorlardı.
585 Şimdi ise yüreğinde bir korku, bir umutsuzluk var. Bu adamların kendisine ne yapacaklarını düşünüyor. Köyden ayrılırken anası bile gelmemişti kendisini uğurlamaya... Kız arkadaşları bile gelmemişti. Bu, gücüne gidiyordu işte. Bu öldürüyordu onu.
586 Kendini dayanılmaz bir efkara kaptırmış gidiyor. Bazı bazı da hiçbir şey duymuyor, düşünmüyor, örmüyordu. Yalnız, arada bir; kendine gelince, iki yanındaki candarmalara bakıp ürperiyordu. Hatçe için ötesi karanlık. Her adımda biraz daha karanlığa gömülüyordu.
587 Hatçeyi oraya attılar işte. Bir gece orada kaldı. Tabii gene gözlerine uyku girmedi. Uyuyacak da bir yer yoktu ama, gönlü rahat olsaydı ayakta da uyurdu. Koskocaman, derya misali bir karanlık içinde erimiş gibiydi. Kapıyı açmalarını da dört gözle bekliyordu.
588 Dışarı, bir sürü insan birikmişti. Hatçe dışarı çıkınca, bütün başlar ona çevrildi. İşte nişanlısını öldüren kız! lafı da kulağına kadar geldi. Anladı ki bütün bu kalabalık kendisi için birikmiş. Kalabalığa bir kere olsun, başını yerden kaldırıp da bakmadı.
589 Benim kızım silahtan korkar derim. Yaaa... Abdi Ağa bana haber salmış, arzuhal ne yazdırıp uğraşmasın, demiş. Onun haberi olmadan, enin için bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Beni öldüreceğini de bilsem arzuhal yazdıracağım.
590 O gavur yapılı İnce Memed vurdu elin oğlunu. Senin üstüne atıyorlar. O gavur yapılı İnce Memed yok mu yıktı evimi... Senin için iyi bir arzuhal yazdıracağım kınalı kızım. Gidip ağlayacağım arzuhalciye. Ben gidiyorum kınalı kızım.
591 Ana, arzuhalci sarhoş deli Fahriye gitti. Deli Fahri, yıllar önce, abıt katipliğinden rüşvetten dolayı kovulmuştu. Kovulduğu günden beri de arzuhalcilik ediyordu. Arzuhalcilikten, zabıt katipliğinden kazandığının iki üç misli kazanıyordu.
592 Deli Fahri, başını daktilonun durduğu kirli masaya koymuş uyukluyordu. Dört bir yanını rakı kokusu sarmıştı. Ayak sesi duyunca başını kaldırdı. Bu biçim ayak sesleri, dilekçe yazdıracak insanların ayak sesleridir. Fahri, yılların verdiği alışkanlıkla, dilekçe yazdıracak kimseleri ayak seslerinden tanırdı.
593 Ben de düşündüm ki kınalı kızım silah sıkmasını bilmez. Silahtan da korkar üstelik. Bizim evimize silah girmedi hiç. Babası silahı hiç sevmez kınalı kızımın... Hepsi yalan yere ıspatçılık ediyorlar kınalı kızımın üstüne... Garaz olmuşlar.
594 Onu bir okusun hükümet, seni hemen bırakır. Suçsuz olduğunu anlar bırakır. Arzuhale, senin silahtan korktuğunu yazdırdım. Hani çocukken silah görsen kaçardın da kucağıma saklanırdın. İşte onu da yazdırdım. Bir donattı Fahri efendi, tam yirmi liralık donattı.
595 Orman kapkara bir duvar gibi karanlığa gerilmişti. Ta uzakta, ağın doruğuna yakın yerde, ipil ipil bir ateş yanıyordu. Ağaçlara çarpa çarpa el yordamıyla yürüyorlardı. Ama çok gürültülü... Gece ıslak ıslak kokuyordu. Çam, gürgen, mantıvar, peryavşan, çobançırası, er kokuyordu.
596 Ahmet çetesinden oluşuydu. Çete affa uğradığında herkes gitmiş hükümete teslim olmuş, o affı kabul etmemiş, bir iki yıl dağlarda tek başına gezmiş, ki yıl sonra, dağlarda yeniden eşkıyalar türeyince onlara karışmıştı. Girip çıkmadığı çete yoktu.
597 Durdunun can düşmanı Yozcu çetesine gider. Kimseye, kimse hakkında dedikodu etmez, bir tek laf söylemezdi. Öbür gün de Kürt Reşo çetesine... Her çetede yeri vardı. Ona niçin geldin, niçin gidiyorsun, diyen de olmazdı. Üstelik, imin çetesine gelirse, o çete sevinirdi.
598 Belki köylülerin elinden kurtulurduk. Kurtulamadığımızın sebebi var, ki gündür. Dışarda hiç yardımcımız yok. Hele köylüler, Aksöğütlüler, llerine geçşek, bizi havada yerler. Zulüm... Durdu yapmadığını bırakmadı Aksöğütte. Zulüm.
599 Bana bak kardaş, dedi, insanların üstüne çok varmamalı. Öldürmeli, övmeli, ama üstlerine çok varmamalı. Donsuz, çırılçıplak, köyüne, evine girmesi bir adama ölümden zor gelir. İşte bunu yapmamalı. İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri, işte oraya değmemeli.
600 Güya üç kişiyi, Recep Çavuşu, Horaliyi, Memedi nöbete dikip, tekiler uykuya yattılar. Bir zaman uyumaya çalıştılar. Yattıkları yerde döndüler durdular. Olmadı. Önce Cabbar kalktı. Ocağın başına bağdaş kurup oturdu. Onun arkasından ötekiler.
601 Her bir tarafı kurşuna açık. Korkuyla geri çekiliyor. Düşünüyor ki şapkasını alıp götüren, elini sıyıran kurşunu sıkan adam kendisini çoktan vurabilirdi. Bu İnce Memed de kim? Deli Durdu onu böyle yakalamış olsaydı hali dumandı.
602 Kapana kısıldıklarını anlıyor Deli Durdu. Sürüne sürüne İnce Memedin yanına geliyor. Çetesi içinde en güvendiği adam Memeddir. Bulundukları yer kurşuna açık. Biraz yakına gelebilseler, çemberi daraltsalar, hepsini teker teker vurabilecekler.
603 Bak, bunu doğru düşünüyorsun, Memedim. İçinizden bir tanesi bile kaçmaya kalkarsa hepiniz ölürsünüz. Toplayın arkadaşların hepsini, bir adım atmamaya, geriye bir adım atmamaya ant için. Anladım ki onlardan kaçmak ölmek demektir.
604 Bu, toplanmak için, bir anlık ateş kesilmesi, Asım Çavuşu iyice kuşkulandırmıştı. Deli durduyla, bu ilk karşılaşması değildi. Ama onun ne yapacağı hiç kestirilemezdi. En delice hareket ettiği gibi, ri akıllı da hareket edebilirdi.
605 Bu, ormanın açıklığında çarpışmayı kabul eden, ya düpedüz ölmek istiyor, ya çok acemi, deli, serseri, ya da bir tuzağı var. Deli Durdu gibi iğnenin deliğinden geçen bir adam, hiç tongaya basar mı? Asım Çavuşa göre, mutlak bir tuzaktır bu.
606 Çekse gitse saygınlığı beş paralık olurdu. Gitmese, mutlak bir tuzak vardı bunun içinde... Mahvolacaktı. Şapkasını alıp götüren, elini sıyıran kurşunlar da neydi ola? Bir uyarı mı? Memedin sözleri de iyice ürkütmüştü onu. Eğer isteseydi o kurşunları atan, onu çoktan öldürürdü.
607 Herifler dört bir yanı kuşatmışlar. Bir deli itin yüzünden bu hallere düştük işte. Hiçbiriniz kurtulamayacaksınız bu çemberden. Nereye baksan oradan kurşun geliyor. Asım Çavuş akıllanmış gayri. Bırakın beni de ben kalayım burada.
608 Tam bu sırada Memed, ayakta dikilmiş duran Durduyu kendine doğru hızla çekti. Durdu o hızla Memedin üstüne yuvarlandı. Bir an, aniyenin yarısı kadar bir an daha ayakta kalsaydı. Durdu, beş tane kurşunu birden yemişti. Çünkü karşı taraftan Kara Mustanla birlikte dört kişi ona nişan almıştı.
609 Durdu nasıl olur da kendisini vurulmadan yere atar? Taşın altından sarı çiğdemler çıkmıştı. Sarı, taze. Taş, büyücek, yuvarlak bir taş. Taşı bir yokladı. Yuvarlak taş yerinden oynuyor. Taşı başına siper etti, uvarlanmaya başladı.
610 Baktı ki taşla kurtuluş yok. Elli metre ötede bir ağacın çukuru. Oraya atlamak için ayağa kalktı. Kendini bir külçe gibi çukura fırlattı. Çukurun içi toprak, çürümüş yaprak kokuyor. Bir çiçek vardır mor, dını şimdi anımsamıyor.
611 Makinelinin takırtısını yanı başında duyunca ayıktı. Önünde bir tümsek var. Tümseğin arkasında bir tümsek daha var. O tümsek berikinden az daha yüksekçe. Makineliyi iki tümseğin arasına sıkıştırmış olsalar gerek. Öteden dolanıp, aradaki tümseğe çıkmak gerek.
612 Çuvalın üstünde muhabbet kuşları vardı. Küçük küçük... Belki bin tane. Gaga gagaya vermiş kuşlar... Yeşil, mavi, kırmızı, mor kuşlar. Gözleri yaşla doldu. Kuşlar renk renk uçuşuyor. Çadırın orta direği oyma... Direğe uçan geyikler oymuşlar.
613 Sofraya önce süt geldi. Buğulanıyordu. Mavi mavi. Üstü de usul usul kırışarak kaymak bağlıyordu. Arkasından pekmez, sonra da kavurma geldi. İkisinin de birden ağzı sulandı. Çocuklar gibi gülüşerek birbirlerine bakıştılar. Kerimoğlu işi çaktı.
614 Demem o ki, diye kekeledi, bu dağlarda ananız yok, eviniz yok. Çarpışmadan da çıkmışsınız. Üstünüz başınız kan içinde. Belki yaranız da var. Çamaşırlarınızı soyunun. Hemen çocuklar yur. Siz de bu arada benim çamaşırları giyersiniz.
615 Ateş bir harman yeri kadar büyüktü. Kocaman, insan boyu yalımlar birbirlerine sarılarak, eğilip bükülüyorlardı. Odunların çatırtısı ortalığı tutuyordu. Odunlar, yanarlarken bir hoş koku çıkarırlar. Su yanarmış gibi bir hoş koku.
616 Bunlar, yalnız insanlar kendilerini sevsinler diye doğmuşlardır. Sevilmelerine karşılık öteki insanlardan fazla bir yanları mı vardır? Hayır! Recep Çavuş konuşkan mıdır? Hayır. Çok neşeli mi? O da yok. Güler mi, oynar mı? Çok fazla iyilik mi yapar başkalarına.
617 Yaşamı üstüne tam tamına hiç kimse bir şey bilmiyordu. Konuşması Antep yörelerinin konuşmasını andırıyordu. Ama pek açık değildi. Antepte uzun zaman kaldığı muhakkaktı. Antepten çok söz açardı. Yaşamı üstüne türlü söylentiler vardı.
618 Birisi şu: Recep Çavuş, bir gece uykudan uyanıp, karı, emiş, ver benim şu tüfeğimi. Bir de azık hazırla. Ben, gidiyorum. Kadın, üfeği getirmiş yanına koymuş. Azığı da hazırlamış. Çavuş tüfeği bir iyice yağlamış. Fişekleri takınmış.
619 Karı, demiş sonunda, şu benim eski kalpağı da ver. Ben dağa çıkıyorum. Hakkını helal et. Karı buna çok şaşmış, elirdin mi sen, herif? demiş. Gece yarısı uyurken yatağından kalk da dağa çık! Görülmüş mü bu? Recep Çavuş, canım öyle istiyor avrat, demiş.
620 Bazıları da der ki, Recep Çavuş damadına kızmış. Sebebi de, damadın kızına küfretmesiymiş. Bir gün damadın kapısından geçerken, damadın kızına: Senin babayın... dediğini duymuş. Ona kızmış, dağa çıkmış. Damadı öldürmeye kıyamamış.
621 Bazılarının da dediğine bakılırsa, Çavuş çok zenginmiş, ama, yol parası, vergi vermekten hiç hoşlanmazmış, köye tahsildar geldiğinde hasta olur, yataklara düşermiş. Yol parası vermemek için çıkmış. Kimi de kaynanasını öldürmüş de onun için çıkmış, diyor.
622 Çadırlara geldiklerinde, onları gene kocaman çoban köpekleri karşıladı. Köpeklerin arkasından çocuklar dışarıya fırladılar. Onlardan sonra da kadınlar. Sonra da erkekler... Kerimoğlu erkeklerin önlerinde duruyor, gelen eşkıya kalabalığına gülümsüyordu.
623 Çadırların yanını yönünü sürülerle ak koyunlar sarmış, kara çadırlar bir sütbeyazlık ortasında kalmıştı. Koyunlar, kuzular meleşiyor. Kocaman çoban köpekleri pehlivan gibi dolanıyorlar, develer yatmışlar. Rahat. Ağızlarından köpükler dökülüyor.
624 Oysa, bütün öteki baskınlarda Durdu, Güdükoğluna, kalmadı mı? diye sorar, öteki, daha var Paşa, derdi. Sonra gider bir altın, bir kağıt lira getirirdi. Böyle böyle evi on kez, yirmi kez araştırır, ıyıda köşede ne kalmışsa teker teker çıkarırdı.
625 Öteki bölmede ağlamakta olan kadınlardan birkaçı gürültüyü duyunca, bu yana geçtiler. Bir kadın kendisini Kerimoğlunun üstüne attı. Kadının bağırtısı dört bir yanı tutuyordu. Güdükoğlu, bağıran kadını tuttu, Kerimoğlunun üstünden alıp bir tarafa fırlattı.
626 Bir ara gözü, öyle durup kalmış, dudaklarını yiyen, zangır zangır titreyen Memede ilişti. Ona, yalvarırcasına baktı. Memedin içinden bir şey cızz etti. Yandı. Cabbara döndü. Bakıştılar. O iğne ucu parıltısı geldi Memedin gözlerine gene oturdu.
627 Adam bize iyilik, biz ona kötülük ettik, dedi. Varıp da yanına ne diyelim? Beğendin mi sana yaptığımızı? Erkeklik dediğin böyle olur işte. Biz adamı böyle soydururuz mu diyelim. Vazgeç! Görünmeden ona, eker gideriz şuna aşağı.
628 Yattıkları çukurdan doğruldu. Çadırlara doğru yöneldi. Kerimoğlunun çadırından bir gürültü, çığırtı, bir hayhuy geliyordu. Çadırın kapısını açtı. Bir iki kadın, Kerimoğlunun kanlı başını bir leğene eğmişler yıkıyorlardı. Hem yıkıyor, hem beddua ediyorlardı.
629 Bizim köyün suyu... dedi. Bizim köyün suyu gibi var mı? Buz gibidir. Süt gibi apak kaynar yerin altından... Eskiden, tam üstünde bir ulu çınar vardı. Ben de gördüm gözümle... Bir gün bir yağmur yağıyordu. Kara, kapkara bir yağmur.
630 Neden yoksulluk içindeler? Neden tarlasızlar? Bunun sebebini her gün anasından, köylülerden duya duya büyüdü. İçine yanık bir türkü yerleşti kaldı. Bir ananın acısını, gücünü, yürekliliğini döktüğü bir türkü... Benim yavrum büyümez mi.
631 Rızanın babasının tarlasıdır. Yıllardır amcası sürer. İşte o tarla... Rıza bereketli, yağlı bir toprağı hayal eder. Hayal eder, yüreğindeki hınç büyür, taşar... Nereye gitse, nerede çift sürse, gözleri Adaca kayasının dibindedir.
632 Ekinler göcek olmuş. Toprakta böcekler. Gün doğarken toprak buğulanır. Buğulu toprağa özlem, özlemlerin en yamanıdır. Rıza elini yumuşacık toprağa daldırıyor. Toprak sıcacıktır. Parmaklarının arasından altın bir toprak akıyor yere.
633 Adacanın dibindeki, yağlı, yumuşacık toprak Rızaya geçti. Yılların mihnetinin altında ezilmiş genç Rıza, bir sevgiliye, bir anaya babaya kavuşur gibi tarlasına kavuştu. Tarla kendisine teslim edildiğinde mevsim yazdı. Toprak sıcacık, kavruluyordu.
634 Rıza, yazyeri çıkarmak için bir çift öküz buldu. Pulluğu arkasına taktı öküzlerin. Toprak, pulluğun ağzında ufalanıyordu. Bütün derdi hemencecik tarlayı sürüp bitirmek, kendisinin olan tarlayı şöyle sürülmüş, ohumunu almaya, bire otuz, bire kırk vermeye hazır görmekti.
635 Yazyeri çıkarılırken çift iki kere koşulur. Biri şafaktan iki saat önce, öteki ikindin, garbi yeli çıktıktan sonra. Şafaktan önce koşulan çift gün kızıncaya kadar sürdürülür. Gün iyice kızdıktan sonra, artık çift sürülmez. Öküzler sineklenirler.
636 Gitmezler. Bu arada ikindine kadar, bir ağaç gölgesinde dinlenilir. İkindiüstü, Akdenizin üstünde yelken bulutları yükselirken yeniden çif koşulur. Bu, ay ışığı varsa gece yarısına kadar devam eder. Yoksa, ortalık kararıncaya kadar sürer.
637 Rızayı araştırır. Rıza, onun geldiğini görünce, ayağa kalkıp gülerek ona doğru gelecektir. Azığı elinden almadan, iki koltuğu altından tutup havaya kaldıracaktır. Çocuk şaşkın. Ağaçların dibini bir bir tarar. Yok. Sonra, tarlanın ortasına kıvrılıp yatmış Rızayı görür.
638 Kadınlar, işi anladılar. Başlarını önlerine eğip sustular. Bir anda bütün köy haberi işitti. Iraz da duydu. Iraz, saçlarını yolarak, çığrışarak önde, köylüler arkasında tarlaya geldiler. Rızanın başı tümsekten düşmüş, yana sarkmıştı.
639 Üstünde yeşil sinekleriyle ölü, öküzleri kaçmış, bomboş öküz bekleyen boyunduruğuyla pulluk, ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamış ana orada umarsız, ovanın mahzunluğunda kaldılar. Kara, yağlı toprak, sapsarı ovanın ortasına yapıştırılmış bir el işi gibi kara kara ışıldıyordu.
640 Köylü de şaştı. Iraz da şaştı. İki gün sonra Ali elini kolunu sallaya sallaya köye geldi. Iraz, onu mutlak asacaklar diyordu. Öyle sanıp teselli buluyordu. Oğlunu vuranın köyde elini kolunu sallaya sallaya gezdiğini duyunca, kendinden geçti, deliye döndü.
641 Irazın baltalı, kendilerine doğru geldiğini görünce kapıları kapatıp, rkadan sürmelediler. Iraz, kapıyı kapalı bulunca, başladı kapıyı baltalamaya... Ali içerde değildi. İçerde olsa kapıyı kapamazdı. Ana, aba, iki kız ve bir küçük çocuk vardı içerde.
642 Kapıyı kırıp içerdekileri baltadan geçirmek için Iraz var kuvvetiyle kapıya sallıyordu baltayı. Köylüler gürültüye gelmişler, evin dört bir yanına yığılmışlardı. Iraza yaklaşamıyorlardı. Daha doğrusu, yaklaşmak içlerinden gelmiyordu.
643 Kapıları da kırdım. Her bir şeyi de yaptım, dedi. Eğer içeri girebilseydim, eker teker hepsini baltadan geçirirdim. Olmadı. Oğlumu, biricik öksüzümü öldürenlerin hepsini öldürsem, çok mu? Evi de ben yaktım. Hepsi içerde çatır çatır yansınlar diye de gece verdim ateşi.
644 Hatçe, bu yeni gelen kadına bir şey soramıyor. Gelişine çok sevindi. Şu yapayalnız koğuşta bir can yoldaşı... İçten içe sevindi ama, onra kadına acıdı. Kim bilir ne gelmiştir fıkaranın başına? Can yoldaşı man yoldaşı istemezdi.
645 Iraz, oralı bile olmuyordu. Gözleri bomboştu. Taşlaşmış. Gözlerini kırpmıyor bile. Körlerden daha beter bir hali var. Kör gözlerde, ene bir görebilme telaşı, isteği, çabası sezilir. Bunda o da yok. Sağır kulaklarda bir çırpınma, bir gerilme, duymaya doğru bir koşma vardır.
646 O gece Hatçenin gözlerine hiç uyku girmedi. İlk ışık pencerenin tahta aralıklarından içeri sızarken kalktı. Iraz, olduğu köşede duvara hafif bir gölge gibi yapışmıştı. Kıpırdamıyordu. Yalnızca beyaz başörtüsü belli oluyor, kirli duvarda sütbeyaz bir pencere gibi kalıyordu.
647 O sebepten birikmiş birkaç kuruşu vardı. Çarşıdan, mahpuslara bir kız çocuğu, yiyecek öteberi alırdı. Kızı çağırdı, eline bir elli kuruşluk verdi. Git yağ al gel, buna, dedi. Sevinçten uçuyordu. Ne olursa olsun kadın konuşmuştu.
648 Yüreği kazınıyordu. Barsakları, midesi birbirine yapışmış gibi... Oğlu vurulduğu günden beri ağzına bir lokma koymamıştı. Dışardan burnuna erimiş yağ, kızarmış soğan kokusu geldi. Kızğın yağın çorbaya dökülürken çıkardığı cızırtıyı işitti.
649 Yaa, diyordu, hatun teyzem, işte böyle oldu, Dünyada hiçbir şey istemem Memedimden bir haber alsam. Tam dokuz ay oldu buraya düşeli. Ne gelen var, ne giden... Anam olacak anam, karnından düştüğüm anam bile bir kere geldi. Yaaa hatun teyzeciğim, ilk günler bu delikte aç açına yattım.
650 Irazın durgunluğu, sersemliği gün geçtikçe azalıyordu. Sonraları mahkumlardan öğrendi ki, kapıyı ben baltayla kırdım. İçerdekilerin hepsini öldürecektim, o piç gelmeseydi. Evi de içerdekileri de yakmak için yaktım, dememeliydi mahkemede.
651 Çoraplarda nakışların en acısı uçuşuyordu. Hatçeyle Iraz, örnek filan almıyorlar, nakış üstüne nakış yaratıyorlardı. Ağı gibi acı renkler, cı nakışlar. Kasaba, kasaba oldu olalı nakışın bu kadar etkileyenini, cısını, güzelini görmemiştir.
652 Bir derin, ıpıssız boşlukta döner. Sonra başka bir hali daha vardır yeni mahpusun, taşı toprağı, duvarı, o azıcık görünen gökyüzünü, kapıyı, emir parmaklıklı pencereleri bile düşman sayar kendisine. Hele bir de parası yoksa bir köşede boynu bükük kalakalır.
653 Cuma günüydü. Cuma günü kasabanın pazarı kurulur. Hatçenin her Cuma günü gözleri yollarda kalırdı. Anası gelecekse Cuma günü gelirdi. Hatçe bugün de çok erkenden, daha gün doğmadan uyanmış, bari bugün gelse, demişti. Her Cuma böyle derdi.
654 Hatçe, öylecene durmuş, anasına bakıyordu. Kadının ayakları parça parça yırtılmış, tırtıkları arasına toz dolmuştu. Saçları tozdan aklaşmış, boynundan aşağı bir çamurlu ter yürümüştü. Kaşları kirpikleri tozdan gözükmüyordu. Yırtık, kirli fistanı bacaklarına dolanmıştı.
655 Kızım, dedi, sırma saçlı da, kara gözlü kızım, kusuruna kalma anayın. O gavur Abdisi benim başıma neler getirmedi!... Arzuhal vermişim diye hükümete, neler getirmedi başıma!... Onun elinden çektiğimi bir ben bilirim. Benim bir daha kasabaya inmemi yasak etti.
656 Memed, onları vurunca gitmiş Deli Durdunun çetesine karışmış. Elaleme etmediklerini koymuyorlarmış. Yoldan da kimseyi geçirmiyorlarmış. Bütün yolları bağlamışlar. Önlerine geleni öldürüyorlar, donlarına kadar, anadan doğina soyuyorlarmış.
657 Öyle duydum, kızım. Memed, yörük ağasını kayırmış. Deli Durdu da onu vurmuş. Bir atlı geçmiş köyün içinden, atlı bir yörükmüş. Üstü başı cephane doluymuş. İki tane tüfeği varmış. Yörük ağasına yardıma gittiğini söylemiş. Kan tere, köpüğe batmışmış altındaki at.
658 Ben gidiyorum, dedi. Allahaısmarladık kızım. Sana doğru bir haber ulaştırırım yarın bir gün. Heybede yağ var. Yumurta, ekmek var: Gelecek cuma gene gelirim. O gavur köye gene gelmemişse. Heybeye sahip ol. Yitmesin. Sağlıcakla kalın, dedi, yola düştü.
659 Eşek kız, dedi, eşkıyalar bazı bazı öldü haberini, kendileri mahsustan çıkarırlar. Bak, onun eşkıya olduğunu duyunca keçi sakallı köyden kaçmış. Belki bu haberi keçi sakallı için çıkardı o. Kendisini öldü çıkaracak. Keçi sakallı köye gelince onu öldürecek.
660 O bunu bir türlü kaldıramaz. Bize bir kötülük yapıncaya kadar gözüne uyku girmez. Onun yüreğinden ne geçerse bilirim. Dört yıl beraber gezdim. Çok yaşamaz. O bu günlerde yer kurşunu ya... Peşimizi de bırakmaz. Yoksa ölür. Bize bir şey yapamazsa çatlar ölür.
661 Yürüyorlar değil, sürünüyorlardı. Sabahtan beri de azıkları bitmişti. Acıkmışlardı. Ayaklarında ayakkabı kalmamış, zımpara taşı gibi kayalar, onları yemişti. Ayaklarında yalnız ayakkabılarının yüzü kalmıştı. Ellerinin içi soyulmuş, kızıl ete kesmişti.
662 O, adam öldürmek demek değildi. Tabancayı ateşlerken dünyadan bir insanı ayırıyorum dememişti. Yakayı kurtarmak böyle daha kolay, ümkün olmuştu. Şimdi bir adam öldürecek. Bir cana kıyacak... Öfkesi, şkı, sevgisi olan bir şeyi ortadan kaldıracaktı.
663 Çavuş... Belki de aşkı öğretmiştir düşünmeyi. Kim bilir! Abdiyi öldürmezse ne olurdu? Bir an, belli belirsiz, hayal meyal bu düşünceden korktu. Savmaya çalıştı. O savmak istedikçe, Allahın belası düşünce geliyor, sırnaşıyordu.
664 Konuşmadılar. Memed, gene derin bir düşünceye dalmıştı. Diyordu ki, endi kendine, Abdi ölümü hak etmiştir. İneklerini çekip götürüşleri geliyordu gözünün önüne... Çakırdikenlikte, bıçak gibi ayazda, ayaklarını, acaklarını dikenler yiye yiye çift sürüşü geliyordu.
665 İçeri girdiler. Ocakta yalımlar birbirlerine dolanıp, toprağa kadar yatıyorlardı. Un, içerde kara keskin koktu. İsmailin uzun kırış kırış boynu, sivri, uzun yüzü, sakalı, kulaklarına inen eski, yağlı şapkası safi una kesmişti.
666 Bre Memed, dedi, vallahi gözlerime inanamıyorum. Bu ne kadar cephane sende? Nasıl götürüyorsun bu kadar fişeği? Seni böyle fişekler içinde görmek tuhafıma gidiyor. Şimdi, hep aklıma Sarıcadüzde, akırdikenliğin içinde düşe düşe çift sürüşün geliyor.
667 Gavur dinli senin eşkıyalara karıştığını duyunca... eteklerini ateş aldı. Her gece evini beş altı, on nöbetçiye bekletiyordu. Sonra da ortalıktan yitti gitti. Yüzünü görseniz korkardınız. Korku adamı böyle edermiş zaar! Şimdi senin öldüğünü duymuş, belki köye gelmiştir.
668 Kapıyı usuldan tıkırdattı. Kulağını verdi. Ses seda yok. Birkaç kere daha tıkırdatıp bekledi. Gene ses yok. Edemedi, küçücük pencereye vardı. Usuldan, ana, ana, ana! diye seslendi. Gene ses soluk yok. Kulağını pencerenin tahtasına dayadı.
669 Durmuş Alinin oğulları, torunları, gelinleri, evde kim varsa ocak başında oturanların etrafına halka olmuşlar, başı mor fesli, göğsü çaprazlama fişekli, kalçasının üstü hançerli, tabancalı, bombalı, göğsü dürbünlü Memede bakıyorlardı.
670 Keşki yağlı kurşun yüreciğine gireydi de çıkmayaydı. Ayıkınca toplamış yalancı şahitleri. Bir tek Topal Ali dinsizi, sizin izinizi süren kara dinli demiş ki, ben ıspatçılık edemem yalan yere. Topal böyle deyince keçi sakallı da onu köyden kovdu.
671 Recep Çavuşu kapının iç kısmında bırakıp içeri girdi. Bir kibrit çaktı. İçerisi ışıdı. Bu sırada üçü birden ışığa doğru yürüdüler. Kadın ışıkta üç kişi görünce afalladı. Azıcık bakışlarını şaşkın şaşkın, Memedin üstünde durdurdu.
672 Memedimin başına bu işleri hep o gavur çıkarmadı mı? Ormanın içinde, o olmasa kim bulabilirdi Memedimi? Memedim! dedi, Durmuş Ali adam göndersin getirsin onu. Sen şu kapının önünde parça parça et onu. Ben de köylüyü hep toplarım.
673 Ormandan geldikten sonra görmedin mi yüzünü? Tüm kanı çekilmişti. Ölü yüzü gibiydi yüzü. Herkes ıspatçılık etti de, köyden kovulmayı, yersiz yurtsuz kalmayı göze aldı da Hatçenin üstüne ıspatçılık etmedi. Yurdunu yuvasını koydu da gitti.
674 İyi adam olsun, kötü adam olsun Topal Ali. Senin başına bu işleri getirdi ya, öldür onu Memedim. Durmuş Ali adam gönderip getirtmezse onu, en git, onu yılanın deliğindeyse de bul çıkar. Şu yanındaki koca hançeri var ya, sok karnına.
675 Ufak tefek, saçları sütbeyaz olmuş, dişleri tüm düşmüş, ağzı bir torba gibi büzülmüş, koyu esmer, çakır gözlü bir kadındı. Memedin yanına yaklaştı. El ve kol işaretleriyle, çok önemli gizler söyleyecek bir tavır takınarak, Gel.
676 Yataklar çabucak ahıra götürüldü. Misafirler de arkasından ahıra gittiler. Ahırın orta direğinde küçücük bir çıralık asılıydı. İpil ipil yanıyordu. Ahır yarısına kadar samanlarla doluydu. Saman kokusu insanın genzini yakıyordu.
677 Memed yatağa girdi ama, bir türlü uyku tutmuyordu. Günlerdir uykusuz, günlerdir yorgundu ama, gene de uyku tutmuyordu. Anasının ölümü, Hatçenin mahpusluğu çok koymuştu ona. Memed, bunca felaketlerin altında bunalmış gibiydi. Boğulacak gibi oluyordu bazı bazı.
678 Gelin benimle Çukurovaya, elimle koymuş gibi bulayım onu. Bulayım da teslim edeyim o gavuru. O gavur benim evimi başıma yıktı. Yalancı şahitlik etmedim diye. Çoluk çocuk aç kaldık, Çağşak köyünde. Elin içinde garip garip kaldım kardaş.
679 Sana çok iyilik etmek isterim bundan sonra da. Bu gavuru temizledikten sonra da, sana yardım yapmak isterim. Sen merhametli, sen iyi bir çocuksun. Senin yerinde başkası olsaydı, beni çoktan öldürürdü. Sen anladın ki bunda benim suçum yok.
680 Muratın üşümüş bir hali vardı. Murata bir selam vererek kahveci Tevfiğin kahvesine aynı hızla yürüdü. Kahve daha yenice açılmıştı. Bir çay istedi. Tüten bir çay getirdiler. Heyecandan içi içine sığmayarak dükkanlar açılıncaya kadar kahvede bekledi.
681 Bekledi. Önünden burnunu yere sürerek bir uyuz köpek geçti. Kör Hacının nal dövdüğü yer karşıdaydı. Az sonra Kör Hacı geldi, tezgahın başına geçti, ürkü söyleyerek nal dövmeye başladı. Karşı duvarın dibindeki gübrelik buğulanıyordu.
682 Ne diyorsun bre Ali? diye çıkıştı. Adamcağız sapsarı kesilip kehrübara dönmüş, tüm kanı çekilmiş. Dayısı oğlu gibi mazlum bir adama canını güvenir mi hiç? Ne hin oğlu hindir o Abdi! Duyduk ki, irkaç gün önce, o eşkıya çocuk Abdinin evini basmış.
683 Bunu duyan Abdi çıkar mı Aktozlu köyünden? Muhtar Hüseyin yiğit adam. Ölmeden evinden misafir vermez. O, ne hin oğlu hin o! Hiç gider mi Sarıbahçe köyüne? Şimdi git, Hüseyinin ocağının başında bulursun onu. Elinle koymuş gibi.
684 İzi bulduğuna hem seviniyor, hem kızıyordu. İçinden, çakal delirmiş, iyordu. Ama izi de bırakmıyordu. Çakala küfrede ede izi sıra gitti. En sonunda iz onu kuraklığa çıkardı. Bu köpoğlu çakalda iş var, dedi. Bütün çakallar akıllı olur zaten.
685 Ağam, dedi, şu benim başıma gelmeyen kalmadı, şu iz sürme yüzünden. Yurdumdan oldum. Evimden barkımdan oldum. Canımdan olacağım şimdi de. Geldi beni Çağşak köyünde yakaladı İnce Memed, aldı sizin Değirmenoluğa getirdi. Diyordu ki, Abdi Ağayı da yakalayacak, ikinizi bir arada öldüreceğim.
686 Al oğlum Ali, dedi, bunları da kendine harçlık et. Şimdi sana diyeceğim var. Sen doğru köye gideceksin. Eve söyleyeceksin. Koyun sürülerinden üçünü Çukurovaya çeksinler. Görünme o meluna. İstersen gece git. Kimse seni görmesin.
687 Onlara bir kuzu kestim. Senin şu İnce Memed de yaman, çelik gibi bir oğlana benziyor. Konuşmuyor. Hiçbir şeye karışmaz bir hali var ya, içi dolu olduğu belli. Gözlerinden belli. Yanıp yanıp sönüyor. Göreceksin, o bu dağların en namlı eşkıyası olacak.
688 Hoş geldin, dedi, içeri çekildi, girince kapıyı örttü. Şu senin arkadaşın Ümmet yok mu Ali Ağa, çok yiğit bir adam. Çok iyi bir adam. Başkası olsa, çoktan bizleri ele verirdi. Candarmalar'la çoktan aramızda bir hır çıkardı. İyi ki geldin.
689 Ben buraları karış karış, taş taş bilirim. Anladınız mı? Taş taş. Şu görünen yer Ceyhanın adası, Anavarzanın ardında Hacılar var. Hacılardan yukarı dağları tutarız, adamı öldürünce. En az bir bölük candarma gönderirler, ukuattan sonra.
690 Kurtuluş zor olur. Ama benim gibi buraları bilen kimse yoktur. Delik delik bilirim. Zinhar dediğimden dışarı çıkmayasınız. Çolak birader dediğimi tutmadı da koca çeteyi mahvetti. Kendi de vuruldu. Çukurova demek, Reçep Çavuş demektir.
691 İçerden ses seda gelmiyordu. Arada Recep Çavuşun kulağının dibinden cıv diye bir kurşun geçiyordu. Yalımlar, kıvılcımlar saçarak ta gökyüzüne çıkıyordu. Eğilip bükülüp kıvrılıyor, parça parça karanlık gökte uçuyor. Gökyüzü ışığa kesmişti.
692 Memedle Cabbar oldukları yerde, Recep Çavuş da evin yöresinde bekle babam bekle ettiler. Ne Abdi çıktı, ne bir şey oldu. Evin üstü yandı, çöktü. Açık kapıdan Abdi gene çıkmadı. Beklediler. Duvarlar yandı, içeri doğru yattı, kimse yok.
693 Biz köyden çıkarken çoluk çacuk, kadın erkek durmuşlar, öylecene, taş kesilmişler gibi bize bakıyorlardı. Duydunuz mu? Hiçbirinin ağzından çıt çıktığını, duydunuz mu? Bize ne beddna ettiler, ne üstümüze taş attılar, ne sövdüler.
694 Bazı bazı da ölüleşir. Yanları kara topraktır. Dökülür. Kıyısına basmaya gelmez. Kıyıları sazlıktır. Uzun bacaklı toyların yatağı... Püreni burcu burcu kokar. Yalnız bir dut ağacı vardır ovanın ortasında. Yaprakları toz içinde.
695 Bir koluna Memed girmişti. Ütekine de Cabbar girdi. Çavuşun ayakları sürükleniyordu. Ölmüş insan ayakları gibi cansız. Şafağa kadar öyle yürüdüler. Şafakta, doğu tarafı, bütün büklüğün üstünü bir turuncu ışık sardı. Bükün koyu yeşili turuncu ışığın içinde eriyor, avi mavi tütüyordu.
696 Çavuşun tüfeğini, gümüş işlemeli takımlarını Cabbar almıştı. Bütün bu yükler, yarılmaz duvar gibi çalılar, bitiriyordu onu. Memede gelince Memed her zamankinden daha dinç, daha çevik... Yaramadığı çalıları hançeriyle buduyor. Cabbar eğilerek arkadan geliyor.
697 Karanlık kavuşuyorduki, Anavarzanın başına çıktılar. Bazı yerlerde ipil ipil yanan ışıklarla gece içinde uzanıyordu. Ceyhan suyu kara bir şerit kıvrım kıvrımdı. Aktozlu köyü büyük bir duman çökmüşcesine karanlık karanlık tütüyordu.
698 Eski Çukurovayı eskiler anlatırlardı. İnce Memedin eşkıyalığı zamanında doksanını geçkin bir Koca İsmail vardı. O söylerdi. Yemyeşil, çimen yeşili gözleri vardı Koca İsmailin. Çenesi bütün Türkmen çeneleri gibi ince, sakalı seyrekti.
699 Bazı günler de tam coşardı. Sarhoşa dönerdi. Kendi eliyle bakıp büyüttüğü tor, al tayına biner, çamlı, kekik, yarpuz kokulu dağlara doludizgin sürerdi. Eski Türkmenden gelen bir rüzgar gibiydi. Göçü, ürgünü, Osmanlıyla büyük kavgayı söylerdi.
700 Türkmen göçü... Çukurova bayramlığını giyerken. Yani soyunmuş ağaçlar, soyunmuş toprak, soyunmuş dünya donanırken... Al yeşil, öç kalkardı, gürül gürül. Alırdık göçü, aşardık dağları, konardık Binboğanın yaylasına. Kış basarken de inerdik Çukurovanın düzüne.
701 Büklerini, kamışlıklarını kaplan yaramaz. Bataklık. Düzlüklerinde yılın on iki ayında otlar dizde. Top top olmuş cerenler gezerdi. Sürmeli gözlü, ürkek cerenler... Cereni yavuz atlarla avlardık. Atın yiğitliği ceren avında belli olur.
702 Kozanoğlu derler bir Bey vardı. Şimdiki Kozanda otururdu. Başta o, ütün aşiretler Osmanlıyla dövüştü. Osmanlı yeğin geldi. Kozanoğlunu aldı götürdü. Avşarı da sürdü Bozoka. Darmadağın etti. Dadaloğlu türküsünü söyler aşiret bozgununun.
703 Kimse yaylaya çıkamadı. Aşiret Çukurovada dökülü dökülüverdi. Kimi sıtmadan kimi sıcaktan... Kıran girdi aşirete... Aşiretin Çukurovada yerleşip kalmaya hiç niyeti yoktu. Osmanlının verdiği bağ çubuklarının, ağaçların köklerini yakıp öyle dikiyorlardı.
704 Fransız işgal kuvvetleri Çukurovaya gelmiştir. Eşkıya, asker kaçağı, ollusu yolsuzu, hırlısı hırsızı, kötü süt emmişi, iyisi kötüsü, genci, ocası, cümle Çukurova halkı birleşip düşmanı Çukurovadan atma savaşına katılıyorlar. Düşman kovuluyor.
705 Yeni yönetim küçük derebeylerine, derebeyi artıklarına, onların sınırsız egemenliğine son vermeye çalışır. Zaten son yıllarda derebeylik kendiliğinden çökmektedir. Onların çokları toprağa, mümkün olduğu kadar bol toprağa sahip olmak için savaşırlar.
706 Bunu başarırlar da. Fukara halkın elinden tarlalarını almak için başvurmadıkları çare kalmaz. Kimisi kanun yoluyla, kimisi rüşvetle, kimisi de zora başvurarak. Halkla yeni zenginler arasında bir boğuşmadır başlar. Zenginlerin toprakları gittikçe büyür.
707 İşte bu sıralarda, toprağı için canını dişine takıp vuruşan, hakkını arayan halka karşı dağlardaki eşkıyalar da bir zor silahı olarak kullanılır. Bunlar dağlarda beslenir, yönetime karşı da korunurlar. Bu gerekli umara başvurmadık hemen hemen hiçbir ağa kalmaz.
708 Dağlarda kendisine arka eşkıya bulamayan ağalar da, yeni eşkıyalar çıkarırlar dağa. Bu yüzden Toroslar eşkıyayla dolup taşar. Ovadaki, ağaların çıkarları bu sefer de dağlarda birbirleriyle çarpışmaya başlar. Dağlardaki çeteler birbirlerine düşüp habire birbirlerini, ukara halkı öldürürler.
709 Türlü dolaplar çevirir, toprağı köylünün elinden almak için türlü çareler bulur. Önceleri, işe yarar usulü, iki köyü, üç köyü birbirine düşman etmek, nlar birbirine düşmüşken, bir yanı tutup, onun yardımıyla, öbür yanın tarlasına el koymaktır.
710 Birbirlerine düşmüş köylüler durumu anlayıp asıl düşmanlarının kim olduğunu bulurlar. Bulurlar ama iş işten geçmiş, topraklarının en az yarısı ellerinden çıkmıştır. Ali Safa Beyin çiftliği de iki üç köy arazisi kadar çoğalmıştır.
711 Bundan sonradır ki, Çukurova toprakları kana bulanır. Önüne gelen, önüne geleni vurmaya başlar. Vuran vuranı... Dağlardaki eşkıyalar da ikiye, üçe, eşe, ona ayrılıp birbirlerine düşerler. Bir gecede birkaç çete birden ortadan kalkıp; birkaç çete birden türer.
712 Usandım. Köylüler birleşmişler dün, Kaymakama çıkmışlar, usandık eşkıyalardan, malımız, canımız, ırzımız yerde bizim, demişler. Tel çekecek olmuşlar Ankaraya... Ben gittim önlerine geçtim. Kasabamızı lekelemeyin dedim, üyüklere karşı.
713 O zaman hükümet bir alay, yahut bir dağ fırkası gönderecek buraya, eninkiler tamam. Yakalayacaklar hepsini. Koca Kürt isyanını bastırdı bu hükümet, iki çarık çürük eşkıyaya hele hele... Telgrafçıya tembih ettim, eşkıyalar hakkında, kasabayı lekeleyecek hiçbir telgrafı çekmeyecek Ankaraya.
714 Senin ocağına düştüm, dedi. Abdi senin ocağına düştü. Kurtar beni bu beladan. Bir koca köyü yaktı, gözümün önünde. Ocağına düştü babanın arkadaşı Abdi senin. Ocağına düştüm. Ali Safa Bey dedim de geldim. Kurtar beni bu beladan.
715 Aktozlu köyünü. Ben telaş... Tabanlarını öpeyim Ali Safa Bey kurtar beni. Kurtar bunun elinden. Kurtar Ali Safa Bey. Abdi Emmin sana kurban olsun. Uyku dünek yok bana. Herif Azrailin kılıncı gibi başımın ucunda. Yok bana. Uyku dünek yok.
716 Aaah! Benim hatun kızım. Güzel kızım. Veli benim yiğenimdi. Fidan gibi, dal boyluydu Velim. Hatçe onun nişanlısıydı. Hatçeyi kaçırmış bu kafir. Varsın kaçırsın. Bize ne. İki gönül bir olunca samanlık seyran olur. Benim Velime kız mı yok.
717 Elini sallasa ellisi. Ben beş köyün ağasıyım. Babam, dedem de ağası. Yiğenimin nişanlısını kaçırdı ama, elsin gene köyde otursun, dedim. Kalmasın el aralıklarında. Benim köylümün hepsi benim oğlum demektir. Besle kargayı da gözünü oysun derlerdi.
718 Yapmamalı, iyilik yapmamalı imişiz ama geçti. Beni vurduktan sonra o nankör, o ekmek bilmez, o yediği sofraya bıçak sokan, kaçtı eşkıyalara karıştı. Varsın gitsin dedim Allah belasını versin. Eşkıya mı olur, kaçak mı, ne olursa olsun.
719 Bir gün bir haber geldi ki beni öldürmeye ahdetmiş. Köye doğru çetesiyle geliyor. Yaa hatun kızım, çetesiyle geliyormuş. Benim için diyormuş ki, onun kanını şerbet gibi içeceğim diyormuş. Bak benim ettiğim insaniyetliğe, bak onun yaptığı melunluğa.
720 Ne ister bilmem ki benim gibi ihtiyardan? Zaten ayağımın biri çukurda. Namazında, ibadetimdeyim. Ben ne karışırım dünya işlerine. Baktım ki köye gelecek o melun, beni öldürecek. O melundan her şey umulur. Kaçtım köyden. Evimi, yurdumu yuvamı bıraktım, kaçtım oradan.
721 Fakir fukara çırılçıplak açıklarda kaldı. O sersefil çocuklara adamın yüreği parça parça olur. Yiyecek ekmekleri yok. Giyecekleri yok. Aç kalacaklar bu kış. Öküzleri, hayvanları da yandı çoğunun. Benim yüreğim, hiç kimseye değil de o sabi çocuklara yanıyor.
722 Yanıyor işte. O çocukları, o fıkara köylüleri gördüm de kendi durumumu unuttum. Topal Aliyi köye gönderdim. Bu fıkara yiyecek buğday getirsin, iye. Bir yanıyor ki yüreğim, bu fıkaralara. Benim yüreğim hep fıkaralara yanar. Yanar işte.
723 O gavur bizim köyü de yakar diye korkuyorum. Alıştı bir sefer. Yakar mı yakar. Yakar da kül bile eder. Kül bile... Kızıma deyim, erimi haber almış benim o canavar, almış çetesini, baktım gece yarısı bir ses geldi. Beni istedi.
724 Duman sardı. Dört yanımı... Kapıyı da göremiyorum gayri. Karanlık bir duman içinde kaldım. Boğuluyordum. Dört yanımı bir cayırtı aldı. Kendimi oradan oraya atıyorum, oradan oraya. Kurtuluş umudum kesildi. Başıma yalım, teş parçaları yağıyor da yağıyor.
725 Ölüm, dedim, ölüm. Çocuklarım dedim, öylülerim dedim. Ben olmasam beş köyün beşindeki köylüler de acından ölürler. Fıkara köylülerim dedim. Sonracığıma, kızıma deyim, bir tarafım tutuştu. Başım yandı. Can havliyle kendimi attım yere.
726 Beni yorgana iyice sardı. Yorgan kocaman bir yorgan. Ben de ne kadarım zaten? Aldı koltuğunun altına çıkardı dışarı. O gavur da beni şimdi çatır çatır yandı biliyor. Heseyin Ağanın büyük karısı olmasaydı çatır çatır yanardım. Cayır cayır.
727 Sonra da, dedi, Hüseyin Ağanın evi yanıncaya kadar beklediler. Ev yandı kül oldu. Bu sefer de köyde ne kadar ev varsa teker teker dolaşıp ateş verdiler. Hüseyin Ağanın evi neyse ne. Onu benim için yaktınız. Bir de Hüseyin Ağa zengin.
728 Evinin yerine birkaç gün içinde bir ev dikiverir. Ya melunlar, ya dinsiz imansızlar öteki evlerden, fakir fıkaranın evlerinden ne istersiniz? Bu kış önü; çırılçıplak, vsiz barksız korsunuz fıkaraları? Yaktınız Hüseyin Ağanın evini, savuşun gidin bre Allahsızlar: Fukara köylü size ne yaptı.
729 Çok düşündüm Ağa, dedi. Çok düşündüm. Bu İnce Memed, yle yenir yutulur gibi değil. Korkmakta hakkın var. Hükümetten, öylüden korkmadan, bir koca köyü yakan adamdan korkulur. Bir haftadır, bütün dağlar candarmaya, adama kesti. Yok.
730 Baban eker biçerdi. O öldüğünde, sen mektepteydin. Vayvay köylüleri geldiler yerleştiler. Senin elindeki tapu, daha evvel ben sana söylemedim mi, Vayvay köyünün arazisini tüm içine alır. Bunu ben de, bizim beş köyün halkı da, Aktozlu köyü de, herkes bilir.
731 O gece sabaha kadar, durmadan, koşarcasına yürüdüler. Tan yeri ışırken soluk soluğa Akçaçamın kayalıklarını tuttular. Yol boyunca hiç konuşmamışlardı. Bir tek sözcük bile. Akçaçamın kayalıklarına çıktıklarında, bir taşın üstüne oturup, doğan güne karşı bir duman içinde kalmış Çukurovanın düzüne baktılar.
732 Ortakçılık, mortakçılık yok. Tarlalar da sizindir. Ekin ekebildiğiniz kadar. Ben dağda oldukça, bu böyle sürüp gidecek. Vurulursam başınızın çaresine bakarsınız. Sonra köylüyü başıma toplayıp, çakırdikenliği yaktıracağım. Çakırdikenliği yakmadan kimse çift koşmayacak.
733 Derisi kemiklerine yapışmış denecek kadar zayıflamıştı. Yüzünde hiç bir yorgunluk izi gözükmüyordu. Yürüyüşünde, konuşmasında, her hareketinde bir sağlamlık, bir temkin, bir atiklik belli oluyordu. Eşkıya olduğundan beri çok değişmişti.
734 Gün battı, ortalık karardı. Duman içinde kalmış Çukurovanın üstüne kara bir perde indi. Gökyüzü yıldızlarla örtülüydü. Yıldızlar döşenmiş gibi üst üsteydiler. Doğudaki bir yıldız kümesi kıvılcımlanır gibiydi. Arada bir, bir yıldız akıyordu.
735 Hiç! Ne olsun, dedi. Dokuz on köyün silahlısı, belki bin kişi var. Bir bölük de candarma, iki günden beri dağı taşı sarmışlar, sıçanın deliğine bile bakıyorlar sizi bulmak için. Bir ele geçerseniz bugünlerde bir parçanız bile bulunmaz.
736 Çakırdikenliği bir ateş almıştır. Ateşler, çakırdikenlikte son hızla koşuyorlardı. Ateşler, yüksek yerden akan suyun hızıyla, çakırdikenliğin düzüne akıyor... Kasırga, bir top ateşi önüne katmış, gecenin karanlığında, düzlüğü dolanıyor.
737 Mutlak Değirmenoluk köyünde düğün olacaktır. Büyük bir bayram. Durmuş Ali, töm töm haliyle, bir bacağını ta başının üstüne kadar kaldırıp tek ayağıyla bir acayip oyun oynayacaktır, alem gülecektir. Recep Çavuş duysaydı bu işi sevinirdi.
738 Derken Memedin içine korkuya benzer bir şeyler girdi. Binden fazla köylü! Bu inanılmaz bir iştir. Binden fazla silahlı köylünün ne işi var bu dağlarda? Bu görülmüş iş değil. Bir köy yanmış. Yanmışsa onların neyine gerek? Bir bölük de candarma.
739 Yüreğindeki korku silindi, geçti gitti. Şimdi öyle hissediyor ki, in beş yüz olsun, iki bin olsun. Olsun oğlu olsun. Korku yok. Üzerinde de üç yüzden fazla kurşun var. Hiçbirisini boşa salmayacağından, yaşamakta olduğundan emin olduğu kadar emin.
740 Cabbar çıkını getirdi açtı. Peynirle taze soğan vardı. Peynirle taze soğanı yufkaya sarıp, dürüm yaptılar. Ağır ağır yemeye başladılar. Yemeklerini yedikten sonra, karşıki kayanın altından bir su akıyordu, ona varıp, ağzı aşağı, yere serilircesine yatıp içtiler.
741 Karadut köyünün önünde ovaya yayılır, genişler, bir göl gibi büyür, urgun görünür. Buralarda, Ceyhan ırmağı on yılda, on beş yılda yatak değiştirir, sağa sola yalpa vurur. Gittiği yerlerde bolca mil bırakır. O yüzdendir ki buralar, Çukurovanın öteki yerlerinden daha verimlidir.
742 Birbirlerinin izlerine kurşun sıkarlar. Ali Safa Beyin verimli Karadut topraklarına musallat oluşu, hileyle epey toprağı da ele geçirişi uzun bir hikaye, daha doğrusu bir maceradır. Bu iş, Ali Safa Beyin hilekarlığının, htirasının ölçüsüz, engel tanımaz olduğunu gösterir.
743 Bekir, Ali Safa Beyin karşısına dikilen bir engeldi. O olmamış olsaydı Ali Safa Bey Karadut köyünün tarlasının tümünü çiftliğine katabilirdi. Önüne dağ gibi dikildi. Kendi tarlasını, köylüsünün tarlasını savundu. Öteki köylülere hiç benzemiyordu.
744 Bundan sonradır ki Kalaycı, Ali Safa Beyin elinde bir korku, yıldırma silahı kesildi. Dağda ne kadar ipten kazıktan kurtulmuş varsa başına topladı. Bir bela, bir afet gibi, Çukurovadaki Ali Safa Beye karşı gelen fıkaraların başına çullandı.
745 Günlerden beri Çukurova çalkalanıyordu. İnce Memed adı, dilden dile dolaşıyordu. Köy yakan, ocaklar söndüren İnce Memed! İnce Memed, Aktozlu köyü yandıktan sonra dillere destan olmuştu. Aktozlu köyünü görmeye gelenin hesabı yoktu.
746 Köyün içinde yel gibi dolanıyordu. Yaktığı evlerden birisi sönecek olsa, etişip ateşi basıyordu. Bir görseydiniz İnce Memedi! Gecenin karanlığında gözlerinden ışıklar saçıyordu. Boyu, bir kavak gibi uzuyor, bir kısalıyordu. Kurşun da geçmiyordu ona.
747 Kalaycı Osman kısaboylu, yeşil, yılan yeşili gibi, yahut da çakıra çalan, bir tuhaf soğuk, ölüm gibi donuk gözlü birisiydi. Seyrek sakalları kirpi oku gibi dik dik, sarı yüzüne çakılmıştı. Geniş omuzlarına bakarak, boynu inceydi.
748 Fişeklikler de işlemeliydi. Ta uzaktan par par ediyordu. Sağlı sollu bir sürü sapı sedef tabancalar, kamalar, hançerler... Göğsünde de bir dürbünü vardı. Aynalı dürbün. Başındaki mor fesinin altında sarı kakülleri iki kaşın arasına dökülüyordu.
749 Beyin kurduğu haberci ağı derhal Kalaycıya yetişiyordu. Kalaycı kışları da Ali Safa Beyin evinde, kendisi için yaptırdığı özel odada mükellef bir hayat sürüyordu. Yalnız odada sıkıldığı zamanlar, dağa çıkıyor, etesinin başına geçiyordu.
750 Çete de çok rahattı. Kar bastırdığı zaman sarp bir dağ köyüne yerleşiyorlar, gelsin kuzu, gitsin kuzu keyif sürüyorlardı. Bunca serbestlik, bunca rahat hep Ali Safa Beyin yüzündendi. Bu yüzdendir ki Ali Safa Bey, öl desin ölürlerdi.
751 Şöyle bakarsan hiçbir şeye benzetemezsin. Kısacık, incecik, koca kafalı, büyük gözlü, yirmi yaşında gösteren, hep düşünceli duran bir çocuktur. Onun kurşun attığını görmeyen, bir çatışmada yanında bulunmayan kim olduğunu anlayamaz.
752 Durmuş Ali de durdu, bunların hallerine merakla bakmaya başladı. Neden sonradır ki, Memed hızla kaşığını çorbaya daldırıp, çabuk çabuk içmeye başladı. Gözlerine iğne pırıltısı geldi oturdu. Keskin. Mest olmuştu. Başı dönüyordu.
753 Olacak. Senden bir isteğim var. Beş köyün aklı yetenine haber gönderecek, buraya çağıracaksın. Konuşup, tarlaları dağıtacağım. Kölelikten kulluktan kurtulacaklar. Herkesin ektiği herkesin. Ellerindeki öküzler de kendilerinin olacak.
754 Aliye hiçbir şey söylemedi. O da ikirciklendi. Sonra köyde ne kadar adam varsa teker teker dolaşıp, meseleyi anlattılar. Kimi sevindi birdenbire, sonra düşündü. Bütün köy ikircikliydi. Köylülerin bu olmaz işe inanası gelmiyordu.
755 Evlerin önünde çocuklu, kadınlı erkekli insanlar birikiyordu. İnsanlar, irikiyorlar, konuşmuyorlardı. Yalnız, korka korka birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Telaşlı insan kalabalığı, büyük bir sessizlik içinde, o evden o eve umutla taşınıyordu.
756 Çatır çatır... Aktozlu köyünü de baştan ayağı çatır çatır... Duymadınız mı? Dün de geldi bize. Şimdi içerde. Duymadınız mı? Gayri çalışıp çalışıp Abdi Ağaya vermek yok. Tarlalar da bizim. Cayır cayır... Öküzler de bizim... Cayır, cayır.
757 Memed, ağır, temkinli, köyün dışına doğru yürüyordu. Başı dimdik, özleri yarı kapalıydı. Arkasından Cabbar, onun arkasından da köylüler geliyordu. Kadınlar, çocuklar onu görmeye damların başına çıkmışlardı. Davul zurna da susmuştu.
758 Önünde, sütbeyaz olmuş çakırdikenlik uzanıyordu. Dikenlidüzüne kar yağmış gibi, sütbeyaz. Çıtırtılar geliyordu. Dikenlerin bedenlerine yapışmış, o küçücük sümüklüböcekler, dikenlerin dallarını, bedenlerini toprağa doğru eğiyorlardı.
759 Köylüler yalımları savrulan öbeğin uzağına çekildiler, yarım halka oldular. Bakmaya başladılar. Ateş öbekten düzlüğe atladı. Türküler, ağrışmalar, coşkun bir sevinç düzlüğe yayıldı: Ateşle birlikte dolanmaya başladı. Halaylar çekiliyor, oyunlar oynanıyordu.
760 Çürükçınara kadar dolandı durdu. Koca bir aydınlık düzlüğü yalıyordu. Sonra Alidağın tepesinde bir top ateş gözüktü. Kocaman bir top ateş. Kuyruk yıldızı gibi dönen, kıvılcımlar saçan bir top ateş... Alidağın tepesi gün vurmuş gibi ağarıverdi.
761 Değirmenoluk köyünün üstüne geniş, apaydınlık, taze, tertemiz, üy gibi yeyni, ak bir gün açıldı. Değirmenoluk, pırıl pırıl bir düşün içindeydi. Ağaçlar, bir aydınlık içinde dönüyorlardı. Çakırdikeni daha yanıyordu. Ak ova, baştan ayağa karaya kesmişti.
762 Köy ıpıssız oldu. Köpekler havlamayı, horozlar örtmeyi kestiler. Sanki köyde bir tek canlı bile yoktu. Biraz önceki büyük gürültü, büyük sevinçle birlikte sanki bütün köy, bütün canlısıyla başını almış başka bir diyara göç etmişti.
763 İkindine doğru köyde hafif bir canlılık görüldü. Önce bir horoz gübreliğin üstüne çıktı, kanatlarını çırparak öttü. Horozun yeşil, ırmızı, mor tüyleri yağlı yağlı ışıldıyordu. Sonra köpekler havlamaya başladı. Arkasından insanlar da evlerinden çıktılar.
764 Homurtu, gece yarısına kadar sürdü. Köyün yarısından çoğu Memedi tutuyordu. Abdi Ağanın ölmemesine yanıyorlardı. Onlar, evlerinden dışarı çıkmamışlardı. Durmuş Ali ölü gibiydi. Durmuş Alinin karısı hastalanmış, atağa düşmüştü.
765 Mersinlerin koyu yeşilleri, insana koyu, sarhoş edici, ama delicesine sarhoş edici bir içkiyi anımsatır. Sülemiş tepesi sırtları yerde göceklenmiş, pençe pençe toprağa yapışmış mersinlerle doludur. Keçi yollarından geçenler keskin, ağır bir koku duyarlar.
766 Narlı bahçenin alt yanından Savrun çayı akar. Savrun çayı yukarılarda, ani Toroslarda, oluktan akarcasına fışkırır. Ufacıktır. Burada durgundur. Ovaya bir göl gibi yayılmıştır. Ayak bileklerine kadar bile çıkmaz. Cipil cipil..
767 Bostanın bekçisi Horalidir. Yıllardır Bostancık adasının kavunlarını, arpuzlarını bekler. Çardağın dört bir yanı karpuz kabuklarıyla dolar. Kabukların üstü arı oğul verir gibidir. O kadar çoktur ki arılar, abuklar üzerine konan arıdan gözükmez olur.
768 Arılar da türlü türlüdür, al arıları, kara arılar, boncuklu arıları. Arıların rengi, arlayıp, güneşte yeşile döner. Çardağın yöresinin böyle kabuklarla dolu olması, Horalinin cömert gönüllü olduğunu gösterir. Çok cömert bir adamdı.
769 Bostancıktan geçimini iyiden iyiye sağlardı. Geçimden gayri, hoş tarafları da vardı Bostancığın. Yaz geceleri sıcaktan terlerken, onun çadırının altından küçük çığıltılarla Savrun çayı akardı. Ayışığında çakıl taşları parlardı.
770 Evlerden karıları çıkarttık. Getirttik meydanlığa. Hepsini. Kocakarıları bile. Kardaşıma söyleyim. Oynattık. Fıkaracıklar, koyun gibi birbirlerine sokulmuşlar, titreşiyorlardı. Korkularından bazıları bir iki göbek atıp, sonra kalabalığa kaçıp yumuluyordu.
771 Deli Durdu köylünün anasına avradına sövüyordu. Boyuna sövüyordu. Erkekler evlerine kapanmışlar dışarı bile çıkamıyorlardı. Bir baktık, nasıl oldu nasıl olmadı, şimdi bile toparlayamıyorum. Ortalığı bir toz duman örttü. Toz duman içinde kaldık.
772 Daha da farkında değilim. Neden indim ola? Orada durdum, seyrettim kalabalığı. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Kimse beni görmedi. Belki gördüler de aldırmadılar. Mecalleri kalmamıştı. Meydana baktım, meydanda hiç kimse yoktu. Ölü mölü yoktu.
773 Baksana Horalinin yüzüne. Dakkadan dakkaya değişiyor. Yüz pişman bir adam yüzü... Ettiğinden pişman... Bana öyle geliyor ki birden boşanıverip her şeyi söyleyiverecek. Baksana, bir kerecik olsun, özümüzün içine bakabiliyor mu.
774 Abdi Ağayla Ali Safa Beyin isteği üzerine Kalaycının İnce Memede kancıkçasına pusu kurduğu, İnce Memedin bu pusudan burnu kanamadan kurtulduğu, üstelik de Kalaycıyı yaralayarak, iki arkadaşını vurduğu, Kadirliden Kozana, Ceyhandan Adanaya, Osmaniyeye kadar bütün Çukurovada duyuldu.
775 Çukurovada, Toroslarda İnce Memedin macerası büyütülerek dilden dile dolaşıyordu. Herkes İnce Memedden yanaydı. Dağlar halkı, yayılan macerasından dolayı İnce Memedi bütün düşmanlarına karşı, er tehlikeyi göze alarak koruyabilirdi.
776 İnce Memedle Kalaycı kavgası daha çok etkisini Vayvay köyünde gösterdi. Haberin köye geldiği gün vakit akşamdı: Herkes işini gücünü bırakıp meydanlığa toplandı. Köylü seviniyordu. Köylü, bir arka bulmuştu artık. İnce Memed gibi bir arka.
777 Eşkıya oldu ya. Ağamızı öldürdüm diye, geldi köye, babasının malını dağıtırmış gibi de Ağamızın tarlasını köylüye dağıttı. Yaa emmi! Çakırdikenliği de yaktırdı. Ağamız onu öldürtecek. Onu hiç kimse sevmez bu köyde. Bir Durmuş Ali emminin avradı sever.
778 İnce Memedime kardaş! O günler gelsin, çıkacağım meydan yerine, ağzımı açıp, umacağım gözümü. O namussuz köylüye, o yavrumu tedirgin eden eyilik bilmezlere ben bilirim söyleyeceğimi. Ben bilirim o zaman. Sen de git kardaş, it söyle İnce Memedime.
779 Kalaycı yedi Memedimi. Düştüm yollara. Akkalede duydum ki, Kalaycıyla karşılaşmışsın, sen Kalaycıyı yaralamışsın. Daha iki kişilerini de vurmuşsun. Şapkamı havaya atıp döndüm geldim köye. Bekle babam bekle! Bir ay sonra Çiçeklideresinden aldım haberini.
780 Sen Koca Osmanın hoşuna gittin. Kalaycı o kadar zulüm bile yapmasaydı, gene getirirdi parayı... Bunlar böyledir. Sana şahinim dedi bir kere. Git evine çocuğunu al, kes, öldür gözünün önünde, ana hiçbir şey söylemez. Bunlar böyledir.
781 Başka ne olacak? Her önüne gelene söylüyor. Bütün Çiçeklideresi köyüne yayılmış. Köylünün ağzında: Memed, Hatçemi dünya gözüyle bir daha görüyüm diyormuş. Allah o zaman canımı alsın, gidip mapusanede göreceğim, kasaba ateş olsa gene içine gireceğim, diyormuş.
782 Ölümü alnıma aldım, dedi Memed, yüzü kırışarak, yüzü büyük bir acıyla gerilerek. Ölümü alnıma aldım! Şurada tam yüreğimin ortasında bir yangın var. Oyuyorlar gibi yüreğimi. Gitmeliyim. Dayanamam gayri. Yarın şafaktan kalkıp yollara düşeceğim.
783 Koca Osman bir kuşluk vakti kasabaya doludizgin girdi. Atının kantarması köpük içindeydi. Çarşının ortasında attan indi. Atının dizginini koluna doladı. Çarşının bir başından öteki başına kadar çekti. Önüne kim gelirse gülümseyerek, merhaba.
784 Korkusundan hiçbir yerde duramıyordu. Beyaz saplı nagant tabancası, sağ yanında kuşağının içine sokuluydu. Sağ eli her zaman üstünde dururdu. Tavla oynar, para sayar, yemek yerken her zaman üstünde, görünmez bir düşmanla her an karşılaşmak üzereydi.
785 Ahmet bir tuhaf adamdı. Bir hoş sanki ağzına bir çuval cevizi doldurmuşlar da çalkalıyorlar gibi konuşuyordu. Siyasetçi, Deli Fahrinin can düşmanıydı. Ali Safa Beyin de has adamıydı. O da kasabada Kalaycının yüzü suyu hürmetine icrai sanat ediyordu.
786 İşte böyle, söylediğim gibi yaz... İnce Memed tarlalarımı köylüye dağıtır. Beni köyden kovar, tarlalarımı köylüye, benim yanaşmalarıma dağıtır. Beş köyümü... Ben korkumdan kasabada bile gezemem. Candarma dairesinin önünde ev tuttum.
787 Pencerelerine kum torbaları koydum. Kurşundan dolayı. Bacasını ördürdüm. Bombadan dolayı. Beni candarma dairesinin önündeki evimin içinde vurmaya gelmiş geçen gün. Haberlenmeseydik, nöbetçi olmasaydı, evi dinamitle uçuruyormuş.
788 Ben, dedi ağlar gibi, ben nasıl yazarım bunları? Elini keserler adamın. Haydi yazdık diyelim, şerefi var kasabanın. Gül adını pis etmeyelim kasabanın. Sonra da Kalaycı gittiyse, canı sağ olsun Ali Safa Beyin. Bir çete daha kurar.
789 Çiçeklideresinin beri yanı Şahinin kayası... Şahinin kayası sarp, üce, dümdüz, göğe ağmış yosunlu bir kayadır. Şahinin kayası efsanelere karışmıştır. Destanlarda söylenir. Kayanın yüzünden aşağılara doğru bir pınar kaynar. Şahinkaya pınarı.
790 Şahin meraklısı bir genç varmış eskiden. Kayanın yüzündeki delikler, ahin yuvası. Şahinlerin civciv çıkarma zamanı bir şahin yavrusu almak ister. Şahin yuvası duvar gibi düz kayalığın orta yerinde. Ne alttan çıkılır, ne üstten inilir.
791 Delikanlı uzun, kalın bir ip bulur, epedeki en kalın ağaca bağlar. Şahin yuvasına doğru sarkar. Yavruyu alır koynuna koyar. Bu sırada ana şahin işten haberdar olur. Hışımla gelir, kanadıyla ipe çarpar, ipi kılıç gibi keser. Delikanlı, koynunda şahin yavrusu, aşağı düşer, parça parça olur.
792 Pamuktan, tırtıktı. Ceketi nar kabuğuna boyanmıştı. Şalvar beyazdı, irliydi. Yırtıktı da. Elbise çok dar geliyordu. Olduğundan bir misli küçülmüştü. Eline de kalın bir çoban değneği almıştı. Başına siperliği yırtılmış, yağlı bir kasket geçirmişti.
793 Gece yarısına doğru kasabanın kıyısına vardı. Kenar mahallelerde köpekler ürüşüyorlardı. Ne yapmalıydı? Bu vakitte kasabaya gitse, kasabada han bulamazdı. Belki yakalarlardı da. Aşağıdan bir değirmenin şıkırtısı geliyordu. Döndü, değirmene doğru yürüdü.
794 Memed hakkında akla hayale gelmez hikayeler uyduruyordu ona. Bu sefer Memedin kötülüğüne değil, iyiliğine. Tarla dağıtma, çakırdikenliği yakma işini de bire beş katarak anlatmıştı. Memed, diyordu, ir büyümüş, bir uzamış kalınlaşmış.
795 Değirmenci kırçıl sakallı, gözü bozlu birisiydi. Tepeden tırnağa una batmıştı. On beş kadar köylü değirmenin orta yerine bir ateş yakmışlar, öresine halka olmuşlardı. Memed vardı, bir selamünaleyküm çaktı, ötekiler yer açtılar.
796 Halkaya girdi. Sonra gene konuşmalarına daldılar. Bir zaman sonra Memedin farkında bile olmadılar Tarladan, ründen, yokluktan, ölümden konuştular. Deve boynunda bir tüccarın soyulduğundan söz açtılar. Birkaç tanesi bunu İnce Memedin yaptığını söyledi.
797 İnce Memed lafı geçince, arkasından toprak dağıtma meselesi akla geliyordu. Burada da öyle oldu. Yaşlıca bir köylü, oprağı dağıtmış dağıtmaya ya, çakirdikenliği ne diye yaktırmış köylüye, u deli köppoğlusu? diye merakla sordu.
798 Ötekiler çakırdikenliğin yakılması üstüne akla hayale gelmedik laflar ettiler. Memed hırsından kudurdu. İçinden küfretti. Esas meseleyi, sebebi hiçbirisi de söylemedi. Akıllarına gelmedi. Siniri geçince içinden güldü. Çukurova köylüsü çakırdikenliği ne bilsin.
799 Memed kapıdan girdi. Bir bölük candarma dizilmiş, hazırol durumunda çavuşu bekliyordu. Bir hoş oldu bu kadar candarmayı bir arada görünce. Dönüp dağlara doğru kaçmak geçti içinden. Hiçbir zaman, hiçbir yerde bu kadar sıkılmamış, yüreği daralmamıştı.
800 Orada bekledi. Kısa boylu sövdü sövdü. Adamlardan hiç ses çıkmadı. Başlarını yere dikmişler, kıpırdamıyorlardı. Sonra, küfreden adam birden yumuşadı, ardeşler demeye başladı. Sizler benim canımdan azizsiniz. Buna haddinden ziyade şaşırdı.
801 Topal Ali ona hain hain gülümsedi. Memed hiçbir şey söylemedi. Bir anda kafasından yüzlerce kötü ihtimal geçti. Topal Ali durmuş, konuşmuyor, oyuna gülümsüyordu. Sonra yerinden kalktı, geldi Memedin yanındaki boş sandalyeye oturdu.
802 Bir tuhaf, bir anlaşılmaz, bir ürperti vardı içinde. Sırtında soğuk soğuk bir şeyler dolaşıyordu. Rahat değildi. Bir yerlere sığmıyor gibi bir hali vardı. Kaçmak, bir şeyler kırmak parçalamak istiyordu. Kedere, orkuya benzer bir duygu içinde.
803 Bir çırpınma. Atın yanına kadar hızla yürüyerek geldi. Görenler, sersem sersem yürüyen köylü çocuğuna acayip acayip bakıyorlardı. Atın burnuna samanlar yapışmıştı. Yerden yeşil ot kopardı, atın burnunu sildi. At demirkır bir attı.
804 Lekeleri maviye çalan büyücek lekelerdi. Sağrıya doğru kınalanıyordu. Atın başını okşadı, kahveye geldi. Bir çay söyledi. Çayı getirdiler. Hatçe geldi gözünün önüne. Hatçe çok değişmiş, yüzü sapsarı olmuştu. Gözlerinin altı çürümüştü.
805 Hatçeyi? Ağıra gönderiyorlar, Kozana. Anladın mı? Benim yüzümden sürüm sürüm sürünüyor mapuslarda. Ya ölürüm, ya kurtarırım. Sana gel, demem. Gelmesen daha iyi olur. Bu, yüzde doksan ölüm demektir. Aklı başında bir adam kendini ölüme atmaz.
806 Yağmur yağsa bile insanın üstüne düşmezdi, mağara gibiydi. Ocağın çukuru su doluydu. Çukura taş yığmaya başladı. Atı tam üstteki büyük meşe ağacına bağladı. Yamçıya sarılıp, yığdığı taşların üstüne yumuldu. Bir zaman kendinden geçiyor, sonra hop diye ayıkıyordu.
807 Akşamdan beri bir hoştu. Bedeninin her yeri sızlıyordu. Büyük bir kamış kümesine sırtını dayadı oturdu. Kamış kümesine sarıca arılar petek üstüne petek yapmışlardı. Örümcekler kamışlardan kamışlara ağlarını germişlerdi. Kamışlar pürçüklenmişti.
808 Bir ıslak sıcaklık çöktü ovaya. İkindi oldu. Karşı dağların gölgeleri doğuya doğru uzadı. Bu sırada Memed, bir kamış köküne dayalı tüfeğini aldı, yol kıyısına yakın büyük bir kamış kökünün yanındaki çukura gitti. İkide birde yolun ortasına çıkıp kasabadan yana bakıyordu.
809 Sonra hançerini çıkardı, çukuru kazmaya başladı. Bütün gücüyle kazıyor, toprağı avuçlarıyla dışarı taşıyordu. Soluk soluğa yola koştu, ir şey yok. Elleri yanlarına düştü. Öyle kalakaldı. Ne gelen var, ne giden. Umudu kesti. Gitti çukurdan tüfeğini aldı, geldi yolun ortasına dikildi.
810 Buna karşın kamışlığa gene girmedi. Az daha yaklaşınca karartı, dört candarmanın önünde iki kadın olduğunu fark etti. Ağır ağır kamışlığa çekildi. Karşı dağın üstündeki güneşin yarısı kalmıştı. Candarmalardan en arkadaki uzun boylusunun bacağını nişan alıp tetiği çekti.
811 Bir candarma daha düştü çığlık atarak. Öteki iki candarma da yoltın kıyısıdaki su dolu hendeğe attılar kendilerini. Memede karşılık vermeye çalıştılar. Karanlık kavuştu, yağmur da yeniden ufak ufak sepelemeğe başladı. Kadınlar ortada öylece kalmışlardı.
812 Göz gözü görmüyordu karanlıktan. Memed çukurdan yola atladı, aranlıkta gölge gibi sallanan kadınlara doğru geldi. Ellerinden tuttu, kamışlığa, atın yanına çekti. Candarmalar oraya buraya daha kurşun sıkıyorlardı. At ayak seslerini işitince uzun uzun bir kişnedi.
813 Memed kardaş, al atı, bin. Sonra Çiçeklideresine teslim et. Bu eteklerde durma. Akçadağa çekil. Asım Çavuş ne kadar candarma varsa çeker üstüne yarın. Yakayı ele verme. Ben sana ulaşırım. Bu gece ne yap yap Çiçeklideresini tut.
814 Görün işte! Görün işte malınızı. Çocuk diyordunuz. Ben bilmez miyim onu? O ne yezid oğlu yezid. Şurayı iyi belleyin. Abdi demedi demeyin. O dağlarda hükümetini kuracak. Mutlak kuracak. Benim tarlalarımı, babamdan kalma tapulu tarlalarımı köylüye, düğün şenlik dağıtan adam, hükümet değil de nedir ya.
815 Tel çektim Ankaraya belki bin tane. Ne cevap veren var, ne hal soran... Bir acayip iştir kardaşlar, bu hükümet işi. Bu kadar vatandaşını Torosun dağında bir eşkıyanın elinde bırakmış. Gönder bir alay asker, kessin kökünü şunların.
816 Zoruma giden bunların hiçbirisi değil. Gitmiş köye, tarlalarımı köylüye dağıtmış. Öldürdüm Abdiyi, yaktım Abdi Ağayı diye. İşte bu kahrediyor beni, bu öldürüyor. Bu korkutuyor. Ölümüme yanmıyorum Ali Safa Bey. Bir ayağım çukurda.
817 Anlıyorum Ağam, dedi. Anlıyorum ama, korkma. Bugün değilse yarın, nun kellesini getirip senin kapının önüne atarlar. Korkma! Bir bölük candarmayla Asım Çavuş, elli gönüllüyle de Kara İbrahim onun takibine gönderildi. Candarmalar neyse ne ya, Kara İbrahim eski eşkıyadır.
818 Köylüler candarmaların elinden zar ağlıyordu. Memedin takibine çıkan candarmalar kesin emir almışlardı. İnce Memedi diri, ölü mutlak getireceksiniz. Yoksa!... Yoksası da vardı. Böyle emir alanlar hangi dağ köyüne girmişlerse, orasını bir anababa gününe döndürüyorlardı.
819 Durmuş Alinin evine gittiler. İhtiyarı kapının önünde yakalayıp sigaya çektiler. Ağzından bir laf alamadılar. Sordular soruşturdular, gözdağı verdiler, olmadı. Dipçiklerle dövmeye başladılar. Karısı Hürü dövülen ihtiyarın başında kuş gibi çığrışarak dönüyor, ağzına geleni söylüyordu.
820 Bozguna uğratmak gerekti onları. Çekilirken yüklenmek, karşı tarafın bozguna uğraması için birebirdi. Memed bağırarak olduğu yerden fırladı aralarına doğru: Hatçe arkasından feryadı bastı. Aldırmadı. Memedin arkasından geldiğini, kurşun yağdırdığını görenler tam bozguna uğradılar.
821 Burada kalırsak işimiz duman. Kaçmalı, izimizi yitirmeliyiz. Canınızı dişinize takın. Alidağına kadar yüreyeceğiz. Dört bir yanımız candarma dolu. Çare yok. Bir haftalık yiyeceğimiz var. İki günde Alidağını tutarız. Bir evimiz olur.
822 Alidağının doruğuna çıkmak zor oldu. Zımpara taşı gibi kayalar, llerini ayaklarını yedi bitirdi. Başları dönüyordu. Aşağılar, Dikenlidüzü bulutlar arasında, küçücük el kadar kalıyordu. Dikenlidüzündeki beş köy küçücük birer nokta gibi kalmıştı.
823 Yavrum, dedi, sen nasıl oldu da geldin? Köyün içi candarma dolu. Durmuş Ali emmini döve döve bir hal ettiler. Sakalından tuttular da sürüm sürüm sürüdüler fıkarayı. Köylüyü de hep değnekten geçirdiler. Bunu hep o keçi sakallı ediyor.
824 Şimdi Ağanın adamı oldu. Sizin damı da Abdi Ağa ona vermiş. Ya, özümü tutsaydın da gebertseydin onu. Aaah! Seni. Şimdi candarmaların önüne düşmüş dolaştırıyor. Senin izini sürüyor. Abdi Ağanın alacaklarını o topluyor. Köylüyü dövdür babam dövdür ediyor candarmalara.
825 Ben bilirim senin ne yaptığını. Ben bilirim senin... Topal domuz. Şimdi de candarmalarla bir oldun. Öyle mi? Şu Memedim olmasaydı burada... Ben seni sokar mıydım bu eve. Senin o topal kafanı parça parça ederdim. Bir taş alır, parça parça.
826 Topal Ali candarmaların önüne düşüyor, onu mutlak bulacağız, diye savuruyordu. Alıp Binboğalara götürüyordu... Güya iz sürüyordu. Hani? Nerde kaldı senin meşhur izciliğin Ali? diye soruyorlar, Ali, ihtiyarlık, artık seçemiyorum, diye içini çekerek karşılık veriyordu.
827 Ama onu bulacağım. Onunla karşı karşıya geleceğim. Buna çare yok. Onunla bir hesabım var. Göreceğim. Çiçeklideresinde tutuştuğumuzda, kafasıdır dedim, elki yüz kurşun sıktım. Bir şey olmadı ona. Ona kurşun geçmiyor. Yoksa onu bir kurşunda haklardım.
828 Bunun üstüne candarma bölüğü kasabaya geldiğinin haftasında, akviyeli olarak, gene Asım Çavuş kumandasında İnce Memedin takibine çıkmak zorunda kaldı. Kara İbrahim de avanesiyle bunca, İnce Memedi yakalayacağına dair, Abdi Ağaya yemin üstüne yemin ederek dağa çıktı.
829 Toprağa yapışmıştır. Kayaların aralarına, sapsarı bir halı serilmiş gibi olur. Güneş rengi. Mor sümbüller diz boyudur. Menekşeler ıslak, göz gözdür. Parıldar. Kırmızı çiçekler açar. Kırmızıları hiçbir kırmızıya benzemez. Billur kırmızısı.
830 Bütün kışı mağarada geçirdiler. Mağarayı ev gibi donattılar. Evleri zengin bir köylü ağasının evinden daha da hoştu. Tabana peryavşan döşemişler, üştüne nakışlı yörük kilimleri sermişlerdi. Bahar gibi tüten kilimler. Kilimleri de Saçıkaralı aşireti ağası Kerimoğlu çeyiz olarak vermişti.
831 Kış zor olmuştu. Alidağın tepesinde boran savururken, tipi göz açtırmazken, mağarada sabaha kadar ateş yakmalarına karşın her gece donma tehlikesi atlatmışlardı. Memed, bir buçuk ay kadar çalışarak üstten kayayı delmiş, mağaraya bir duman deliği açmıştı ama, para etmiyordu.
832 Üstlerine ne kadar geyik postu, yorgan, kilim varsa hepsini örtüyorlar, irbirlerine sarılıyorlardı. Sıkı sıkıya, birbirlerine yapışıyorlardı. Gün doğunca birbirlerinden ayrılıyorlar, Memed geyik avına gidiyor, kadınlar ekmek pişiriyorlar, çorap örüyorlardı.
833 Unlarını, yağlarını, tuzlarını Topal Ali getirip, etekte bir mağaraya koyuyor, Memed oradan yukarıya taşıyordu. Yerlerini Topal Ali bile bilmiyordu. Karda iz kalmasın diye de, mağaradan her çıktıklarında arkalarından büyük bir top kara çalı sürüklüyorlardı.
834 Boş kaldıkları günlerde; Memed bütün gün onlara nişan talimi yaptırmıştı. Irazın eli yatmış, iyice bir nişancı olmuştu. Hatçeyse bir türlü beceremiyordu. Tüfekten, kurşundan nefret ediyordu. Tüfeklere bakınca kusacağı geliyordu.
835 Adacanın toprağı... dedi. Şu af çıkmadan Memed öldürsün oğlumu öldüreni. Onu ben kendim elimlen öldürmeliyim... Sonra gider Çukurovanın toprağına yerleşiriz. Adacadaki toprağımızı eker biçeriz. Rızanın babası o toprakla bizi gül gibi geçindirirdi.
836 Çok karışık. Bazı oluyor rahatlıyorum. Rızanın yerine Memed gibi bir oğul buldum, diyorum, vazgeçiyorum her şeyden. Bazı da, luyor ki kızım! Deli divane oluyorum. Rızanın süt emdiği, memelerim sızlıyor. Gönül diyor ki, kap tüfeğini, in köye, öldür Aliyi, o zaman ne yaparlarsa yapsınlar.
837 Aşağıda Dikenlidüzün sisi kalkıyordu. Gökyüzünde bir parça kara bulut dönüyordu ki, Memed, eli yüzü kan içinde kalmış, terlemiş, oluyarak kendisini mağaranın içine attı. Bunu gören Hatçe Memedin boynuna atıldı, tekrar ağlamaya başladı.
838 Durun hele, diye gülümsedi. Neler geldi başıma. Kerimoğlundan gelirken beni Sarıcadüzde pusuya düşürdü Kara İbrahim. Yaman adam şu Kara İbrahim. Hem yürekli, hem bilgili. Beni dağın tepesine kadar kovaladılar. Belki burayı da bulurlar.
839 Sarıcadüze varmadan candarmalarla karşılaştık. Candarma on kadardı. Başlarında da Asım Çavuş vardı. Çarpışmaya tutuştuk. Allah bilir ya, bu Asım Çavuşun ölümü benim elimden olacak. Öyle apaçık üstüme üstüme geliyordu. Asım Çavuş, dedim, bu ne.
840 Sen canından mı vazgeçtin? Tüfeği doğrulttum. Beni yanı başında böyle görünce, ağırarak kendini yere attı. Korkma Asım Çavuş dedim. Senin bir suçun yok. Ben, isteseydim eğer, seni on defa vururdum. Var git yoluna, dedim. Hemen yattığı yerden kalktı, bana gülümsedi, candarmalarını aldı gitti.
841 Bir tek laf etmedi. Sonra, Sarıcadüzde biri bana cephane verecekti. Kararlaştırdığımız yere vardığımda bir ateşle karşılaştım ki! Sormayın. Kara İbrahim yağmur gibi yağdırıyordu. İlk elde yaralandım. Dağa kadar iki gün, peşimden geldiler.
842 Cabbarın sesine benzer bir ses duydum bir ara... Sonra anladım ki, nereden gelmişse gelmiş, beni kurtarmak için Cabbar onlara hücum ediyor. Onları geri sürdük. Geri ardımdan geldiler. Sonunda Cabbar üstüne çekti onları. Ben kurtuldum.
843 Hürü Ana bir rüzgar gibi Dikenlidüzünü dolanıyor. Bir dilim yalım gibi. Habire konuşuyor, küfrediyor. Söylüyor. Candarmaların dayağından sonra sağ kaburgaları incinmiş. Kırık gibi. Sakız vurmuş kaburgalarının üstüne. Soluk alırken yüzü buruşuyor, acılaşıyor.
844 Ey köylüler, Abdi Ağa köye gelmiyor. Gelemediğine göre de siz malın üçte ikisini ona vermeyeceksiniz. Verirseniz eşeklik etmiş olursunuz. Eşekliğin büyüğünü... Bu yıl ekin iyi olmadı dersiniz. Öyle değil mi? Olmadı. Hiç olmadı.
845 Köylülerin hakkını vermediğini duyan Abdi küplere bindi. Siyasetçiye gitti. Çok dokunaklı bir tel daha yazdırdı Ankaraya. Ağlaya ağlaya söyledi derdini. Ondan sonra düştü kasabanın içine... Kimi gördüyse olanı biteni anlattı. Kaymakama gitti.
846 Anayı bir dama hapsettiler. Hürü Anayla köylülerin ağzından bir sözcük bile çıkmıyordu. Dayak yediler, küfür işittiler, koyunlar gibi top top oradan oraya sürüklendiler, ağızlarından çıt çıkmadı. Beş koca köy çoluk çocuk dilsiz kesilmişti.
847 Öğle sonu Iraz dışarı çıktı. Çıktı ki, ne görsün! Memedin bir top kara çalısı dışarda durup durur. Delicesine aşağılara, karlı ovaya, avazı çıktığı kadar bağırdı. Memed çoktan gitmişti. Bağırdı bağırdı, Iraz içeri girdi, kendisini yere attı.
848 Sizi merak ettim, hemen döndüm. Topal Alinin yakasını candarmalar bir türlü bırakmıyorlar, iz sürdürüyorlarmış, benim izimi. Bundan korkuyorum. Bir iz görürse dayanamaz. Alır getirir. Bana, aman kardaş çalı çek, dedi. Anladım ki dayanamayacak.
849 Çavuşum gördük, dedi. İzinin üstüne çalı çekiyordu. Dağa yukarı çekiyordu. Bizi görünce kaçtı. Hiç kurşun sıkmadı. Ama izi yitmez. Çalı çekse de yitmez. Karın yüzünü buz bağlamıştır. Çalı çekmek para etmez. İze baktık, iz eski iz.
850 Akşama doğru ilk çatışma oldu. Candarmalar mağaraya giden yolu bulmuşlar, mağaranın ağzını da görmüşlerdi. Habire bomba sallıyorlardı yukardan, mağaranın ağzına. Memed onları mağaranın ağzına yaklaştırmamak için ilk karşılığı verdi.
851 Memed kurşunu unutmuştu. Boğazlıyorlarmış gibi boğazından bir hırıltı çıktı. Tüfeğin üstüne düşüverdi. Geri kalktı sonra da. Gözleri yuvalarından fırlamıştı. Orada öyle şaşkın, kendinden geçmiş, urdu. Sağa sola sallanıyordu. Sonra sallana sallana çocuğa vardı.
852 Kaymakamdan, Candarma Kumandanına gitti. Ona da sevincini anlattı, teşekkürlerini bildirdi. Asım Çavuşa bir hediye yapıp yapamayacağını sordu. İnce Memedin başının buradaki evin değil de, köydeki evin kapısına dikilmesini rica etti.
853 Yandım, diye Hatçenin sesi geldi. Memed olduğu yerde donakaldı, ma geri dönmedi. Yüzbaşının bulunduğu yeri ateş çemberine aldı. Bunu da içi götürmedi, oraya bomba üstüne bomba attı. Hışımla geriye döndü, geldi Hatçenin yanına.
854 Atın başını çekti. Azıcık bir süre durdu. Kulak verdi. Sonra, atı ağır ağır sürdü. Tüfeğinin ağzına kurşun verdi. Tabancasına da... Tekereklerin evinin orada at ürker gibi yaptı. Burada atı mahmuzladı. Çarşının ortasından geçti.
855 Olağandı. Boş verdiler. O, adamları görmedi bile. Caminin yanındaki sokaktan yukarı sürdü. Uzun bacalı ev sola düşüyordu. Evin önünde attan indi. Atı avludaki büyük, karanlık dut ağacının yatık bir dalına bağladı. Hançerini soktu, evin kapısını açtı.
856 Gün doğuyordu ki köye girdi. Orta yerde atın başını çekti. At terden kapkara olmuş, göğsü körük gibi inip inip kalkıyordu. Boynu, ağrısı köpüğe batmıştı. Memed de çok terlemişti. Ter, kulunçlarından fışkırmıştı. Yüzü, perçemi ıpıslaktı.
857 Orta yerdeki dimdik, kaya kesilmiş atlı azıcık kımıldadı. At bir iki adım attı sonra durdu. Atlı başını kaldırdı. Gözlerini kalabalığın üstünde gezdirdi. Hürü Ana sapsarı kesilmiş, kurumuş, kanı çekilmiş, özlerini kocaman kocaman açıp üstüne dikmiş ondan bir söz, bir devinme bekliyordu.
858 Genç kızlar en güzel giyitlerini giydiler. Yaşlı kadınlar sütbeyaz, akız gibi beyaz başörtü bağladılar. Davullar çalındı... Büyük bir toy düğün oldu. Durmuş Ali bile hasta haline bakmadan oyun oynadı. Sonra bir sabah erkenden toptan çakırdikenliğe gidip ateş verdiler.
859 Uyumasından yararlanıp onun hakkında sessizce biraz bilgi verelim. On iki yıldır Almanya'da siyasi sürgün hayatı yaşıyordu, ama hiçbir zaman siyasetle fazla ilgilenmiş değildi. Asıl tutkusu, bütün düşüncesi şiirdi. Kırk iki yaşındaydı, bekârdı ve hiç evlenmemişti.
860 Horasan'dan sonra otobüs kuzeye Kars'a doğru saptı. Kıvrılarak yükselen yokuşların birinde birdenbire bir at arabası belirip şoför sıkı bir fren yapınca Ka hemen uyandı. Otobüsün içinde oluşan o birlik beraberlik havasına katılması çok vakit almadı.
861 Adamın varlığının kendisine huzur verdiğini hissetmişti Ka. Almanya'da on iki yıl boyunca hissetmediği türden bu huzuru Ka kendinden güçsüz birisini anlayıp ona şefkat duymaktan hoşlandığı zamanlardan hatırlıyordu. Böyle zamanlarda, dünyaya acıma ve sevgi duyduğu adamın gözüyle bakmaya çalışırdı.
862 Otobüsten inip ayağı yumuşacık kara değer değmez pantolonunun paçalarından keskin bir soğuk girdi, İstanbul'dan telefon edip yer ayırttığı Karpalas Oteli'ni sorarken otobüsün muavininden bavullarını alan yolcular arasında tanıdık yüzler gördü ama kar altında bu kişilerin kim olduklarım çıkaramadı.
863 Kar şehrin kirinin, çamurunun ve karanlığının, örtülerek unutulduğu bir saflık duygusu uyandırırdı hep onda ama Ka Kars'ta geçirdiği ilk gün kar ile ilgili bu masumiyet duygusunu kaybetti. Burada kar yorucu, bıktırıcı, yıldırıcı bir şeydi.
864 İntihar fikrini Batman'dan Kars'a getiren bu kadını bir ay sonra teyzesinin on altı yaşındaki kızı taklit etmişti ilk. Ka'nın gözü yaşlı anne babaya olayı gazeteye bütün ayrıntılarıyla yazmaya söz verdiği bu intiharın nedeni kızın bir öğretmeninin sınıfta onun bakire olmadığını söylemesiydi.
865 Bu ilk anda bir düşünceden çok bir resimdi, ama bir müzede aceleyle odaları gezerken düşüncesizce bakıp, sonra hatırlamaya çalıştıkça gözlerinin önünde bir türlü canlandıramayacağı bir resim gibi belirsizdi. Bir resimden çok bir an belirip kaybolan bir duyumdu ve Ka'nın bunu ilk yaşayışı değildi.
866 Ka, İstanbul'da cumhuriyetçi laik bir ailede yetişmiş, ilkokuldaki din derslerinin dışında hiçbir İslami eğitim almamıştı. Son yıllarda ara ara içinde şimdikine benzer hayaller belirince ne telaşa kapılıyor, ne de kıpırtının peşinden gitmek için şairce bir dürtü duyuyordu.
867 Isınmak ve biraz kestirmek için döndüğü otel odasında İstanbul'dan getirdiği Kars tarihiyle ilgili kitapları bu mutluluk duygusuyla karıştırdı ve gün boyunca dinledikleriyle, çocukluğunun masallarını hatırlatan bu tarih aklında birbirine karıştı.
868 Ka'nın yerleştiği Karpalas Oteli'nin eski sahipleri konusunda ise ben daha sonra çok hikâye dinledim: Çarın Sibirya yerine daha hafif bir sürgüne yolladığı Batı hayranı bir üniversite profesörü, sığır ticareti yapan bir Ermeni, Rumlar için yetimler evi.
869 Birlikte lobiye indiler. Ka tam çıkıyordu ki bir an durakladı: İpek tezgâhın yanına açılan kapıdan içeri girmişti ve Ka'nın hayal ettiğinden çok daha güzeldi. Ka kadının üniversite yıllarındaki güzelliğini hatırladı hemen. Bir telaşa kapıldı.
870 İstanbul'da mesela Beyoğlu'nda değil de Kars'ta cereyan ettiği için bütün bu sahnede bir tuhaflık olduğunu hissediyordu Ka. Telaşının ne kadarı İpek'in güzelliğindendi çıkaramadı. Sokağa çıkıp kar altında bir süre yürüdükten sonra Ka, iyi ki bu paltoyu almışım, diye düşündü.
871 Bu ikinci düşünceyi sezgisi kuvvetli bir dostu ona söyleseydi Ka onu hiçbir zaman affetmeyeceği gibi, bu ihtimalin doğruluğu yüzünden hayatı boyunca kendini utançla suçlardı da. Ka kişisel mutluluğu için insanın hiçbir şey yapmamasının en büyük mutuluk olduğuna kendini inandırmış ahlakçılardandı.
872 Serhat Şehir Gazetesi Kars'ta yalnızca bir yerde, Millet Tiyatrosu'nun karşısında, günde yirmi kişinin uğrayıp aldığı bayide satılıyordu, ama Serdar Bey'in gururla söylediği gibi aboneler sayesinde toplam satış üç yüz yirmiydi.
873 Yıllardır hissetmediği bir akıl berraklığı ve iyimserlikle Ka asıl konunun utanç olduğunu anladı hemen. Almanya'da kendisi için de yıllarca asıl konu bu olmuştu hep, ama utancını kendinden saklamıştı Ka şimdi içindeki mutluluk umudu yüzünden bu gereği kabul edebiliyordu.
874 Serdar Bey cevap vermedi buna. Matbaa makinesi durup odada bir sessizlik başlayınca Ka dışarıda yağan inanılmaz karı seyretti. Az sonra İpek'i göreceği için gittikçe artan huzursuzluk ve korkuya karşı Kars'ın dertleriyle dertlenmek birebirdi.
875 Bütün Türkiye'ce tanınan şairimiz KA dün serhat şehrimize geldi. Küller ve Mandalina ve Akşam Gazeteleri adlı kitaplarıyla bütün ülkenin takdirini kazanmış olan Behçet Necatigil Ödülü sahibi genç şairimiz Cumhuriyet gazetesi adına belediye seçimini izleyecek.
876 Seçim mitinglerinin duyuruları, Erzurum'dan gelen aşının liselerde tatbik edilmeye başlandığı, belediyenin su borçlarının tahsilini iki ay erteleyerek Karslıya bir kolaylık daha yaptığı gibi haberler arasında ilk anda fark edemediği bir başka haberi okudu Ka.
877 İki gündür sürekli yağan kar şehrimizin dünyayla bütün ulaşımını kesmiştir. Dün sabah kapanan Ardahan yolundan sonra öğleden sonra da Sarıkamış yolu tıkandı. Yolgeçmez mıntıkasında aşırı kar ve buz nedeniyle ulaşıma kapanan yol yüzünden Erzurum yönüne giden Yılmaz şirketinin otobüsü Kars'a geri döndü.
878 İpek gazetenin birinci sayfasını pür dikkat okumaya başlayınca Ka tıpkı İstanbul'da gördüğü eski arkadaşları gibi onun içinde tek gerçeğin Türkiye'nin içler acısı, sefil siyasal dünyası olmasından, Almanya'da yaşamayı aklının ucundan bile geçirmeyeceğinden korktu.
879 Ka ile İpek arasında üniversite ve solcu örgüt yıllarında herhangi bir yakınlaşma olmamıştı. On yedi yaşında edebiyat fakültesinin yüksek tavanlı koridorlarında yürümeye başladığında Ka da pek çokları gibi İpek'i güzelliği sayesinde hemen fark etmişti.
880 Horoz dövüştürmeye meraklı zengin hayvanseverlerden biri o gün o saatlerde Ka'nın derneğe girip ring kenarındaki boş seyir banklarından birine düşünceler içinde oturduğunu çok iyi hatırlıyordu. Ka orada bir çay içmiş ve iri harflerle yazılıp duvara asılmış dövüş kurallarını okumuştu.
881 Saat ikiyi çeyrek geçe Hayvanseverler Derneği'nden çıkarken Ka, İpek'i kapıp bu Kars şehrinden nasıl kaçabileceğini düşünüyordu. Refah Partisi'nin il merkezi aynı katta, Halk Partili eski belediye başkanı Muzaffer Bey'in şimdi lambaları söndürülmüş avukatlık yazıhanesine iki dükkân uzaktaydı.
882 Ka Muhtar'ı en son on iki yıl önce görmüştü. Sarılıp öpüştükten sonra göbeklendiğini, saçlarının kırlaşıp döküldüğünü fark etti, ama bu kadarını tahmin ediyordu zaten. Üniversite yıllarında olduğu gibi Muhtar'ın hiçbir özelliği yoktu ve ağzının kenarında o zamanlar da hep içtiği bir sigara vardı.
883 Kar büyük, göz doyuran tanelerle ağır ağır yağıyordu. Yavaşlığında, doluluğunda ve şehrin neresinden geldiği belli olmayan mavimsi bir ışıkta iyice belirginleşen beyazlığında insana huzur ve güven veren güçlü bir yan, Ka'yı hayran bırakan bir zarafet vardı.
884 Ka karanlıkta şiiri cebine sokarken han odasına üç sivil adam girdi; ikisinin ellerinde iri el fenerleri vardı. Hazırlıklı ve meraklıydılar ve Ka ile Muhtar'ın burada ne yaptıklarını çok iyi bildikleri hallerinden anlaşılıyordu.
885 Ka onların MiT'ten olduğunu anladı. Gene de Ka'nın kimliğine bakarlarken burada ne işi olduğunu sordular. Ka belediye seçimleri ve intihar eden kadınlar üzerine Cumhuriyet gazetesine yazı yazmak için İstanbul'dan geldiğini söyledi.
886 Bir yandan da ellerindeki lambaların ışığında parti il merkezinin dolaplarını açıyor, çekmecelerini çekip içindekileri masanın üzerine boşaltıyor, dosyaların içinde birşeyler arıyorlardı. Altına bakıp silah aramak için Muhtar'ın masasını devirdiler, dolaplardan birini öne çekip arkasına baktılar.
887 Eğitim enstitüsü müdürünü vuran ufak tefek saldırganı teşhis etsin diye bir ara Ka'yı yan odaya götürüp arşivlerden derlenmiş yüze yakın siyah beyaz fotoğraf gösterdiler. Kars ve civarındaki siyasal İslamcılardan emniyet güçlerince bir kere olsun gözaltına alınmış herkesin fotoğrafı vardı burada.
888 Diğer odaya geri döndüğünde hâlâ aynı taburede kamburu çıkmış olarak oturan Muhtar'ın burnunun kanadığını ve tek gözüne kan oturmuş olduğunu gördü. Muhtar utançla bir iki hareket yaptıktan sonra mendiliyle yüzünü iyice gizledi.
889 Az sonra serbest bırakılınca da içeride kalan Muhtar'ın kanlı yüzü uzun bir süre gözünün önünden gitmedi. Eskiden, taşra şehirlerinde, muhafazakârlar polis tarafından böyle kolay hırpalanmazdı. Ama Muhtar ANAP gibi merkez sağ partiden değildi; radikal İslamcı olmaya çalışan bir görüştendi.
890 Gene de durumunun Muhtar'ın kişiliğiyle ilgili bir yanı olduğunu da sezdi. Kar altında uzun uzun yürüdü. Ordu Caddesi'nin aşağılarında bir duvara oturdu, sokak lambalarının ışığında karlı yokuşta kızak kayan çocukları seyredip sigara içti.
891 Birlikte Küçük Kâzımbey Caddesi'nden aşağı doğru küçük seçim bayraklarının altından ve afişler arasından yürüdüler. Ka delikanlının sinirli ve çocuksu hareketlerinde, ince gövdesinde kendi gençliğini hatırlatan birşeyler sezerek ona yakınlık duydu.
892 Ka, Tebliğ Kitabevi'nin karşısında beklerken kar daha da hızlandı. Üstünde başında biriken karları silkelemekten ve, beklemekten sıkılan Ka oteline dönecekti ki, uzun boylu, sakallı gencin karşı kaldırımda sokak lambasının soluk ışığı altında yürümekte olduğunu fark etti.
893 Anavatan Partisi belediye başkan adayının İstanbul'u taklitle yalnızca yayalara ayırmaya söz verdiği Kâzım Karabekir Caddesi'ni boydan boya yürüdüler, Faikbey Caddesi'ne sapıp iki sokak aşağıdan sağa döndüler ve İstasyon Meydanı'na vardılar.
894 Meydanın ortasındaki Kâzım Karabekir heykeli kardan kaybolmuş ve karanlıkta bir büyük dondurma şekline girmişti. Ka sakallı gencin istasyon binasına girdiğini görünce peşinden koştu. Bekleme salonlarında kimse yoktu. Gencin perona çıktığını hissederek yürüdü.
895 Peronun bittiği yere gelince karanlığın içinde delikanlıyı ilerde görür gibi olup demiryolu boyunca korkuyla yürüdü. Burada bir anda vurulup öldürülse cesedini bahara kadar kimsenin bulamayacağı gelmişti ki aklına, sakallı, takkeli gençle burun buruna geldi.
896 Ama son sözü bile Ka'yı korkutmadı, çünkü gülünç denecek kadar ince bir sesi vardı. Demiryolu boyunca yürüyüp, silonun yanından geçip, askerî lojmanların hemen yanındaki Yahniler Sokağı'na girdikten sonra ince sesli genç Ka'ya gireceği apartmanı gösterdi, hangi zili çalacağını açıkladı.
897 Ka kırmızı takkeli gencin kendisine gösterdiği zili çaldı ve apartman dairesinin kapısını açıp kendisini içeri buyur eden kısa boylu adamın bir buçuk saat önce Yeni Hayat Pastanesi'nde eğitim enstitüsü müdürünü kurşunlayan adam olduğunu anladı hemen.
898 Üniversite yıllarından kalma bir alışkanlıkla Ka aranmak için kollarını iki yana açtı. Küçük adamın küçük elleri gömleğinin üzerinde, sırtında bir silah arayarak dikkatle gezinirken Ka kalbinin ne kadar hızla attığının fark edilmesinden korktu.
899 Hemen sonra kalbinin atışı düzene girdi ve Ka yanıldığını hissetti. Hayır, gördüğü bu adam eğitim enstitüsü müdürünü vuran adam değildi hiç. Edward G. Robinson'u hatırlatan bu sevimli ve orta yaşlı adam ne herhangi birini vurabilecek kadar kararlı ne de sağlam gözüküyordu.
900 Ka küçük sofada bir başkası olduğunu o zaman fark etti. Bunun Lacivert olduğunu anlamasına rağmen aklının bir yanı, çok daha etkileyici bir karşılaşma sahnesine hazırlandığı için şüphede kalmıştı. Lacivert'in peşinden siyah beyaz televizyonu açık, yoksul bir odaya girdi.
901 Burada küçük bir bebek, elini bileğine kadar ağzına sokmuş, altını değiştirirken Kürtçe tatlı sözler söyleyen annesini derin bir ciddiyet ve memnuniyetle izliyordu ki önce Lacivert'e, sonra arkasından gelen Ka'ya takıldı gözü.
902 Gözlerinin mavisi bir Türk'te hiç görülmeyecek koyu bir laciverte yaklaşıyordu. Kumraldı, sakalsızdı, Ka'nın sandığından çok daha gençti, hayret uyandıracak kadar soluk bembeyaz bir teni ve kemerli bir burnu vardı. Olağanüstü yakışıklı gözüküyordu.
903 Kar öylesine yavaş yağıyordu ki, Ka'ya kar taneleri havada asılı kalmış gibi geldi. Zamanın durmuş olduğu izlenimini veren bu yavaşlık duygusu Ka'ya nedense çok şeyin değiştiğini, çok vakit geçtiğini hissettiriyordu; oysa Lacivert ile görüşmesi yalnızca yirmi dakika tutmuştu.
904 Demiryolu boyunca, karlar altında dev ve beyaz bir gölgeye benzeyen silonun yanından geçip geldiği yoldan istasyona girdi. Kirli ve boş istasyon binasının içinden geçerken ucu kıvrık kuyruğunu dostça sallayan bir köpeğin kendisine yaklaştığını gördü.
905 Ka, Mesut'un düşmanca baktığını görüyor, uzaklaşmak istiyordu. Aklı sanki uzaklarda bir yere takılmıştı, içinde derin bir isteğin ve ona bağlı bir hayalin kıpırdandığını hissediyor, ama etrafındaki hareket yüzünden bu hayale yoğunlaşamıyordu.
906 Böylece Ka hayatta ancak ilham anlarında mutlu olabilen gerçek şairlerin duyduğu o derin çağrıyı duydu. Dört yıldan sonra ilk defa aklına bir şiir gelmişti: Şiirin varlığından, havasından, edasından ve gücünden o kadar emindi ki içi mutlulukla doldu.
907 Otel odasına girer girmez Ka paltosunu çıkardı. Frankfurt'tan aldığı yeşil kaplı kareli bir defteri açtı ve aklına kelime kelime gelmekte olan şiiri yazmaya başladı. Bir başkasının kulağına fısıldadığı bir şiiri yazar gibi rahat hissediyordu kendini ama yazdığı şeye kendini bütün dikkatiyle vermişti de.
908 Daha önce böylesine bir ilhamla ve hiç duraklamadan şiir yazmadığı için yazdığı şeyin değerinden aklının bir köşesiyle kuşku duyuyordu. Ama mısraları yazdıkça şiirin her şeyiyle mükemmel olduğunu mantığıyla da görüyor, bu da içindeki heyecanı ve mutluluğu arttırıyordu.
909 Şiir az önce aklından aynı anda geçen pek çok şeyle yapılmıştı: Yağan kar, mezarlıklar, istasyon binasında neşeyle koşturan kara köpek, pek çok çocukluk anısı ve otele dönüş yolunda adımları hızlandıkça mutluluk ve telaş arası bir duyguyla gözünün önünde canlanan İpek.
910 Otelden çıktıktan sonra Ka'nın karın ve seçim propaganda bayraklarının altında Baytarhane Sokağı'na doğru koşarak gittiğini görenler var. O kadar mutluydu ki çocukluğundaki aşırı mutluluk anlarında olduğu gibi hayal gücünün sineması heyecandan aynı anda iki film göstermeye başlamıştı.
911 Yeşilyurt Lokantası'na önce adres sormak için girdi. Sonra duvardaki Atatürk resminin ve karlı İsviçre manzaralarının hemen yanındaki raflarda duran şişeler ilham verdiği için bir masaya oturup çok acelesi olan birinin kararlılığıyla bir duble rakıyla beyaz peynir ve leblebi istedi.
912 Televizyondaki sunucu yoğun kar yağışına rağmen bu akşam gerçekleşecek olan Kars tarihinin stüdyo dışında yapılacak ilk canlı yayını için bütün hazırlıkların tamamlanmak üzere olduğunu söylüyor, bazı yerel ve ulusal haberleri özetliyordu.
913 Vali muavini iş büyümesin, düşmanlıklar daha da kışkırtılmasın diye, vurulan eğitim enstitüsü müdüründen haberlerde söz edilmesini telefon edip yasaklatmıştı. Ka bütün bunlara dikkat edene kadar iki duble rakıyı su içer gibi hızla içti.
914 Şeyh Efendi Ka'yı görür görmez yüreğindeki bu korkuyu hemen hissetti. Ka da korkusunu Şeyh'in gördüğünü anladı. Ama Şeyh'te öyle bir şey vardı ki Ka korkusundan utanmadı. Merdivenlerin çıktığı sahanlıkta duvarda cevizden çerçevesi oymalı bir ayna vardı.
915 Şeyh Efendi'yi ilk o aynanın içinde gördü. Evin içi balık istifi kalabalıktı. Oda nefesten, insan sıcaklığından ısınmıştı. Ka bir anda kendisini Şeyh Efendi'nin elini öperken buldu. Bütün bunlar kaşla göz arasında olmuş, Ka ne çevresine ne odadaki kalabalığa dikkat etmişti.
916 Şeyh, Ka'nın bütün kararsızlıklarını yüzünden bir bir okuduktan sonra gösterişli bir hareketle onun elini öptü. Bir saygı ifadesi kadar küçük bir çocuğun sevimli elini öpen biri gibi de yapmıştı bunu. Şeyh'in böyle yapacağını çok iyi tahmin etmesine rağmen hayret etti Ka.
917 Şeyh'in oturduğu sedirin sağ ucunda, pencerenin hemen kenarında oturan adamın Muhtar olduğunu fark etti Ka. Alnında ve burnunda birer yara bandı vardı. Gözlerinin çevresindeki morlukları gizlemek için, çiçek hastalığından kör olmuş ihtiyarlar gibi geniş camlı kara gözlükler takmıştı.
918 Sarhoş olmasına ve içinden geçenleri gerçek bir şeyhe cesaretle söylemekten hiç beklemediği kadar derin bir haz almasına rağmen aklının bir başka yanıyla tehlikeli bölgelerde dolaştığını çok iyi hissettiği için Şeyh'in sessizliğinden korktu.
919 Yanında İnönü Caddesi'nde bir çayhane işleten kısacık boylu, yan dişleri altın kaplama şirin bir adam vardı. Adam o kadar küçük, Ka'nın kafası da o kadar karışıktı ki onun Şeyh'e kendi ufaklığına bir çare bulsun diye geldiğini düşündü Ka.
920 Çocukluğunda Nişantaşı'nda çok kibar bir cüce vardı, her akşamüstü Nişantaşı meydanındaki çingenelerden bir demet menekşe ya da tek bir karanfil alırdı. Yanındaki ufak tefek adam onu bugün çayhanesinin önünden geçerken gördüğünü, ama Ka'nın ne yazık ki içeri girmediğini, yarın beklediğini söyledi.
921 Derken otobüs şirketinin şaşı yöneticisi de sohbete katıldı; o da fısıldayarak kendisinin de bir kız meselesi yüzünden bir zamanlar çok mutsuz olduğunu, kendini içkiye verdiğini, Allah'ı tanımamak derecesinde isyankâr olduğunu, ama sonra hepsinin geçip gidip unutulduğunu söyledi.
922 Kimse kendisiyle ilgili değilken Ka'ya yeni bir şiir daha geldi. Defteri yanındaydı, birinci şiirden edindiği deneyimle bütün dikkatini içinde yükselen sese verdi ve bu sefer şiirin otuz altı dizesini hiç kaçırmadan bir hamlede yazdı.
923 Kafası rakıdan dumanlı olduğu için şiire fazla güveni yoktu. Ama yeni bir ilhamla ayağa kalkıp, Şeyh'in iznini isteyip, kendisini dışarı atıp tekkenin yüksek basamaklı merdivenlerine oturup defterini okumaya başlayınca birincisi kadar kusursuz olduğunu gördü.
924 Tam o anda elektrikler kesildi ve bütün Kars karanlığa gömüldü. Necip ocağın ışığında koşarak tezgâhtan mum aldı, yakıp bir tabağa damlatıp mumu yapıştırdı ve masaya koydu. Cebinden çıkardığı buruşuk kâğıtları titreyen bir sesle ve arada bir heyecanla yutkunarak okudu.
925 Kötü yüreklilerin kıskanç şakalarla lekelemeye çalıştıkları bu saf dostluk bir gün gölgelendi. Ücra kente ışınlanan Hicran adlı bir bakireye aynı anda âşık oldular. Hicran'ın babasının ateist olduğunu öğrenmeleri de bu çaresiz aşktan kurtarmadı onları, tam aksine tutkularını daha da şiddetlendirdi.
926 Ama yıllar geçince önce ruhları, sonra da gövdeleri şiddetle birbirlerini arzulamaya başladı. Dünya'daki küçük Kars şehrine bir denetim için ışınlandıkları bir akşam kendilerini tutamadılar ve deliler gibi seviştiler. Vicdanlarını diş ağrısı gibi sızlatan Fazıl'ı unutmuşlardı sanki.
927 Sokaktan içeri giriyordu. Üzerinde mor bir pardesü, yüzünde onu bir bilimkurgu kahramanına benzeten kara gözlükler, başında da siyasal İslam'ın simgesi türbandan çok Ka'nın çocukluğundan beri binlerce kadının taktığını gördüğü özelliksiz bir başörtüsü vardı.
928 Ama onunla kar altında Atatürk Caddesi'nde yürürken kendini çok mutlu hissetti Ka. Başörtüsünün çerçevelediği, ablası kadar güzel olmayan sade ve temiz yüzüne, ablası gibi ela gözlerinin ta içine bakarak rahat rahat konuşabildiği için de onu çekici buluyor, şimdiden ablasına ihanet ettiğini düşünüyordu.
929 Karadağ Caddesi'nin kalabalığına çıktıklarında sözü önce şiire getirdi, acemice bir geçişle Necip'in de şair olduğunu ekledi ve imam hatip lisesinde ona Hicran adıyla tapınan pek çok hayranı olduğundan haberi olup olmadığını sordu.
930 Yeni bir şiirin gelmekte olduğunu hissetmişti. Otele kadar hiç konuşmamaya çalışarak hızlı hızlı yürüdü. Yemekten önce üstüne başına çekidüzen verme bahanesiyle hemen odasına çıktı, paltosunu çıkardı ve küçük masaya oturup hızlı hızlı yazdı.
931 Şiirin ana teması arkadaşlık ve sırdaşlıktı. Kar, yıldızlar ve özel mutlu gün motifleri ve Kadife'nin ağzından çıkan bazı ifadeler şiire olduğu gibi giriyordu ve Ka mısraların alt alta dizilişini bir resmi seyreder gibi zevkle, heyecanla seyrediyordu.
932 O anda hissettiği geniş, sınır tanımaz mutluluğu daha sonra defterine ayrıntılarıyla yazdığı için ne hissettiğini tamı tamına biliyorum: Kolları bacakları mutlu çocuklar gibi durmadan oynuyor, az sonra İpek ile onu Frankfurt'a götürecek trene yetişmek zorundaymışlar gibi sabırsızlıkla kıpırdanıyordu.
933 Hemen sonra Kadife'nin kendisine baktığını gördü. Ka ile gözgöze gelince ablası kadar güzel olmayan yüzünde bir an bir kıskançlık ifadesi belirir gibi oldu, ama Kadife sırdaşça bir gülümseyişle bunu bir anda saklamayı başardı.
934 Hande ağlamaya başladı. Herkes sustu, İpek Hande'nin yanına gitti, onu öpüp okşadı. Kadife de katıldı ona: Kızlar birbirlerine sarıldılar, elinde uzaktan kumanda aletini tutan Turgut Bey de tatlı sözler söyledi, ağlamaması için hep birlikte şakalar yaptılar.
935 Ka da ötekiler gibi bir suçluluk duygusuyla büzülmüştü, ama kolu İpek'in koluna değince içine bir mutluluk yayıldı. Turgut Bey hızlı hızlı kanal değiştirirken Ka aynı mutluluğu arayarak kolunu İpek'inkine dayadı, İpek de aynı şeyi yapınca sofradaki hüznü unuttu.
936 Ama o da ötekiler gibi tehlikenin yönünü kestirebilmek için Ka'nın yüzüne bakıyordu. Yıllar sonra gazeteci Serdar Bey bana, o an Ka'nın yüzünün kireç gibi olduğunu, ama korkudan ya da başdönmesinden fenalık geçiren birinin ifadesi yerine yüzünde derin bir mutluluk belirdiğini söyleyecekti.
937 Ama Turgut Bey öfkelenmedi ona. İnatçı ve kavgacıydı, ama taviz vermez bir ateist olamayacak kadar yumuşak kalpliydi. Ka Turgut Bey'in kızlarının mutsuzluğundan endişelendiği kadar, kendi dünyasının alışkanlıklarının yıkılıp gitmesinden korktuğunu da hissetti.
938 Bu siyasal bir telaş değil, hayatının tek eğlencesi her akşam kızları ve misafirleriyle birlikte saatlerce siyasetten ve Allah'ın varlığından ve yokluğundan söz ederek didişmek olan bir adamın masanın merkezindeki yerini kaybetme telaşıydı.
939 İpek ile bütün hayatını Kars'ta geçirip mutlu olabileceğini düşünmesinden tam yedi dakika sonra Ka kar altında, tek başına bir savaşa gider gibi Millet Tiyatrosu'ndaki geceye katılmaya koşarken, yüreği küt küt atıyordu. Bu yedi dakikada her şey aslında çok anlaşılabilir bir hızla gelişmişti.
940 Önce Turgut Bey ekrana Millet Tiyatrosu'ndaki canlı yayını getirmiş, duydukları büyük gürültüden hepsi orada olağanüstü birşeyler olduğunu sezmişlerdi. Bu onlarda hem bir gecelik olsun taşra hayatının dışına çıkma isteği uyandırıyor, hem de kotu bir şey olabileceği ihtimaliyle onları korkutuyordu.
941 Orada sabırsız bir kalabalığın alkış ve çığlıklarından şehrin ön sıralarda oturan ileri gelenleriyle, arka sıralardaki gençler arasında bir gerginlik okluğunu hepsi sezmişlerdi. Kamera salonun bütününü göstermediği için hepsi orada ne olduğunu çok merak ediyordu.
942 Yirmi dakika geçip Ka serin koridorun ucundaki helaya girince hemen arkada, Necip'in de pisuvarlara işeyenlerin yanına gelmiş olduğunu gördü. Bir süre birbirlerini hiç tanımayan iki kişi gibi, arkadaki bölmelerin kilitli kapıları önünde beklediler.
943 Bir an bir şaşkınlık ve bağırışmadan sonra Ka şiirini okumaya başladı. Yıllar sonra o gecenin video kaydını elime geçirince arkadaşımı hayranlık ve sevgiyle izledim. Onu ilk defa bir kalabalık önünde şiir okurken görüyordum. Dikkatle ve sakin sakin yürüyen biri gibi, kafası meşgul ilerliyordu.
944 İmam hatipli öğrencilerin oturduğu orta ve arka sıralardan birkaç itiraz, biriki ıslık, yuh çeken birkaç kişinin uğultusu ve ön sıralardaki memurlar arasından onaylayıcı biriki alkış duyuldu. Salonu tıklım tıklım dolduran kalabalık ise ne olacak beklentisiyle, yarı merak, yarı saygıyla seyrediyordu.
945 Birinci tabloda Millet Tiyatrosu'nu dolduran Karslı seyirci şaşkınlık içindeydi. Vatan yahut Türban adı onları güncel ve siyasal bir oyuna hazırlamıştı, ama bu eski kısa oyunu hatırlayan biriki ihtiyar dışında kimse çarşaflı bir kadın beklemiyordu.
946 İkinci tabloda çarşaflı kadın bir aydınlanma ve özgürlük hamlesiyle kara örtüsünü açmaya başlayınca ilk anda herkes korktu bundan! Bunu Batılılaşmacı laiklerin bile kendi fikirlerinin sonuçlarından korkmalarıyla açıklayabiliriz.
947 Durumdan ön sıralardaki cumhuriyetçiler de hoşlanmamışlardı. Çarşafın içinden gözlüklü, aydınlık yüzlü, okumaya azimli saf bir köylü kızı yerine Funda Eser'in, kıvrak bir göbek dansözünün çıkması onların da aklını karıştırmıştı.
948 Bunlar imam hatipli gençlerdi, salonu huzursuz ettikleri kadar güldürdükleri için onlara fazla kızılmadı. Ön sıralardaki devlet memurları kadar salonun çoğu da bu demode, Jakoben ve kışkırtıcı siyasal oyunun bir tatsızlığa varmadan geçiştirilmesini istiyordu.
949 Hiç kimse beklemiyordu bunu. En ödün vermez laikler bile korkmuşlardı. Kadın alevler içindeki çarşafı yere atınca bazıları sahnenin yüz on yıllık döşemelerinin, Kars'ın en zengin yıllarından kalma kirler içindeki yamalı kadife perde'lerinin alev almasından korktular.
950 Ondan sonra her şey çok çabuk oldu. Sahnede çember sakallı, takkeli iki yobaz belirdi. Ellerinde boğma ipi ve bıçaklar vardı ve örtüsünü çıkarıp yakarak Allah'ın buyruğuna meydan okuyan Funda Eser'i cezalandırmak istedikleri her hallerinden anlaşılıyordu.
951 Galiba yarım söylenmişti bu söz, çünkü kimin acılar içinde olduğunu kimse anlayamadı. Eskiden bu sözle halk, millet akla gelirdi; şimdiyse Karslılar bütün gece seyrettikleri şeylerin mi, kendilerinin mi, Funda Eser'in mi, yoksa Cumhuriyet'in mi acılar içinde olduğunu anlamadılar.
952 Bunun tatlı bir korkutmaca olduğu da düşünülebilirdi, oyunun içindeki hayali âlemden hayattaki acı habere yollanan bir işaret olduğu da. Tiyatro deneyimi kısıtlı Karslılar bunun Batı'dan gelen moda bir sahneleme yeniliği olduğunu hissettiler.
953 Salonun bazı yerlerinde gerçekten üzerlerine ateş edildiği duygusu üçüncü yaylım ateşinde uyandı. Kurusıkı atışlarda olduğunun aksine insan yalnız kulağıyla değil, askerlerin sokaklarda terörist kovaladığı gecelerde olduğu gibi midesiyle de işitiyordu çünkü.
954 Kırk dört yıldır salonu ısıtan Alman malı iri bohem sobadan tuhaf bir ses çıkmış, teneke borusu delindiği için dumanlar öfkeli bir çaydanlığın ağzından çıkar gibi tütmeye başlamıştı. Orta sıralarda ayağa kalkıp sahneye doğru yürüyen birinin kanlar içindeki kafası da fark edilmişti artık, barut kokusu da.
955 Hemen sonra erler dördüncü defa tüfeklerini ateşlediler. Daha sonraları olayları araştırması için Ankara'dan yollanan müfettiş binbaşının üzerinde titizlik ve gizlilikle haftalarca çalıştığı rapora göre bıı ateş sırasında sıkılan kurşunlarla iki kişi ölmüştü.
956 Kapılara koşanlar, çığlıklar atanlar, bağırıp çağıranlar bu son atışlardan sonra iyice sinmişlerdi. Canlı yayını yöneten kameraman da kendini bir duvarın dibine atmış olmalıydı; sürekli sağa sola kıpırdayan kamerası hareketsizdi artık.
957 Kars seyircisi ekranda sahnedeki kalabalıkla, ön sıralardaki sessiz ve saygılı seyircileri görebiliyordu yalnızca. Gene de şehrin büyük çoğunluğu ekrandan işitilen silah seslerinden, çığlıklardan, gürültü patırtıdan. Millet Tiyatrosu'nda tuhaf birşeyler olduğunu anladı.
958 Tiyatronun perdesi kapandığı sırada ellerinde tabancalar ve tüfeklerle kalabalığın korkulu bakışları arasından bağıra çağıra dışarı koşan üç mutlu adamdan en önde gideni takma adı Z. Demirkol olan eski bir komünist gazeteciydi.
959 Gençliğinde siyasal toplantılardan çıkarken hissettiği utanç ve suçluluk duygusu vardı içinde. O siyasi toplantılarda, yalnızca Nişantaşı'nda yaşayan zengince bir burjuva çocuğu olduğu için değil, konuşmaların çoğu aşırı çocuksu abartmalarla dolu olduğu için de utanırdı Ka.
960 Televizyonda seyrettiklerinden telaşlanarak pencerelere çıkmış birkaç meraklı gördü. Tiyatroda olup biten korkunç şeylerden Ka'nın ne kadar haberdar olduğunu söylemek güç. Tiyatro binasından çıkmadan önce silah atışları başlamıştı, ama bu atışları da, Z.
961 Ne kadar da güzel yağıyordu kar! Ne kadar iri tanelerle, ne kadar kararlı, hiç durmayacakmış gibi ve sessiz! Geniş Karadağ Caddesi dizboyu kar altında karanlık gecenin içine doğru kaybolarak giden bir yokuştu. Beyaz ve esrarlı.
962 Ermenilerden kalma üç katlı güzel belediye binasında kimsecikler yoktu. Bir iğde ağacından sarkan buzlar, altındaki görünmez bir arabanın üzerinde yııkselen bir kar yığımyla birleşmiş, yarı buzdan, yarı kardan tül bir perde yapmıştı.
963 Tek katlı, boş bir Ermeni evinin tanrılar çakılmış kör pencerelerinin önünden geçti Ka. Kendi soluk alışverişlerini ve ayak seslerini dinlerken hayatın ve mutluluğun ilk defa işitir gibi olduğu çağrısına kararlılıkla sırt çevirebileceği bir güç hissediyordu içinde.
964 Karın içinde bir arabanın lambaları belirdi, sonra zincirli tekerleklerinin hoş sesini duydu Ka. Telefon idaresine yanaşan siyah sivil arabadan Ka'nın az önce tiyatroda kalkmayı düşünürken gördüğü oturaklı biri ile silahlı, yün bereli bir adam çıktı.
965 Kimse inanmadı sözüne, ama gene de Z. Demirkol'un eli tüfekli adamları Recai Bey'i telefon idaresinin duvarına sürüklediler. Kurşunlar arkadaki pencerelere zarar vermesin diye biraz sağa iteklediler onu. Kar o köşede çok yumuşak olduğu için müdür bey yere düştü.
966 Onlar içeri girerken Ka yoluna devam etti. Arada tek tük silah sesleri işitiyordu ama bunlara köpek ulumalarından daha fazla aldırmıyordu. Kıpırtısız gecenin güzelliğine bütün gücüyle dikkat kesilmişti. Eski ve boş bir Ermeni evinin önünde durdu bir süre.
967 Sonra bir kilise yıkıntısıyla, bahçesindeki ağaç hayaletlerinin dallarından sarkan buzları saygıyla seyretti. Şehrin soluk sarı sokak lambalarının ölü ışığında her şey öylesine kederli bir rüyadan çıkmış gibi görünüyordu ki Ka bir suçluluk duydu.
968 Otelin sıcaklığı, giriş lobisinin aydınlığı yüreğini sevinçle doldurdu. Ellerinde sigaralarla televizyon seyreden pijamalı müşterilerin yüzlerinden olağanüstü birşeyler olduğunu anlıyordu, ama sevmediği bir konuyu atlayan bir çocuk gibi aklı her şeyin üzerinden özgürce ve.
969 Turgut Bey'in dairesine bu hafiflik duygusuyla girdi. Bütün takım, hepsi hâlâ masadaydılar ve televizyona bakıyorlardı. Turgut Bey Ka'yı görünce ayağa kalktı, azarlayan bir sesle geç kaldığı için çok merak ettiklerini söyledi.
970 Ka bir süre yanına oturup İpek'in elini tuttu, ona yukarıya odasına gelmesini söyledi. Onunla daha fazla yakınlaşamamak kendisine acı vermeye başlayınca odasına çıktı. Tanıdık bir ahşap kokusu vardı buranın. Paltosunu kapının arkasındaki çengele özenle astı.
971 Şehirde ne olup bittiğini anlamaya çalışan televizyonlarının başındaki Karslı seyircilerin çoğunda bir korku yaratmıştı bu durum. Uykulu ve yarı sarhoş olanlar içinden çıkılmaz bir zaman kargaşası duygusuna kapılmışlar, bazıları da gecenin ve ölümlerin tekrarlanacağını hissetmişlerdi.
972 Olayların siyasi yanına ilgisiz seyircilerden bazıları bu yeniden gösterimi, tıpkı benim yıllar sonra yapacağım gibi, Kars'ta o gece olup bitenleri anlamalarına yarayacak yeni bir fırsat olarak görüp dikkatle seyretmeye koyulmuşlardı.
973 Kars'ın Kürt milliyetçileri yalnızca onlar değildi. Sabah erkenden Digor yolunun başında üzeri karla örtülmeden önce bulunan Murat marka yanık bir taksiden çıkan üç ceset emniyet güçlerinin bildirdiğine göre PKK yanlısı militanlara aitti.
974 Şehre sızmak için aylar önce girişimde bulunan bu üç genç, akşamki gelişmelerden telaşa kapılarak bir taksiyle dağlara kaçmaya karar vermiş, yolun kardan kapandığını görünce maneviyatları bozulmuş, aralarında kavga çıkınca birinin patlattığı bombayla hepsi intihar etmişti.
975 Ölenlerden birisinin sağlık evinde temizlikçilik yapan annesinin, oğlunun aslında kapıyı çalan eli silahlı bilinmeyen kişilerce götürüldüğü yolundaki dilekçesiyle ve taksi şoförünün ağabeyinin, kardeşinin değil Kürt milliyetçisi olmak, Kürt bile olmadığı yolundaki dilekçesi işleme konulmamıştı.
976 Mesela, Kars'taki bütün Kürtlerin saygı duyduğu gazeteci ve folklor araştırmacısı Sadullah Bey hayatı boyunca pek çok askeri darbe gördüğü için televizyondan sokağa çıkma yasağını işitir işitmez, yaklaştığını anladığı hapisane günleri için hazırlanmıştı.
977 Aylar sonra karlar iyice eridiğinde bulunan diğer cesetlerden o gece başka bazı cinayetlerin de işlendiği anlaşılıyordu, ama ihtiyatlı Kars basınının yaptığı gibi, ben de okuyucularımı daha fazla üzmemek için bu olaylardan hiç bahsetmemeye çalışacağım.
978 Yüzlerce yıl önce terk edilmiş bir şehri hatırlatan sokağa aşağıdan bir askeri kamyon girince Ka çocukluğunda yaptığı gibi bir an dikkat kesildi. Odaya yeni giren celep kılıklı bir adam birden Ka'ya sarıldı, yanaklarından öptü.
979 Mutfağa bakan kapı açıldı ve Ka bir anda yüzünden bütün kanın çekildiğini hissetti. Kapıdan İpek çıkmıştı. Gözgöze geldiler ve Ka bir an ne yapacağını bilemedi, içinden ayağa kalkmak gelmişti o an, ama İpek ona gülümsemiş ve az önce oturan adama yönelmişti.
980 Ka daha söylerken İpek'in korkulu gözlerinden bunu yapamayacağını anlayarak kalktı. Taşralıydı, buralıydı; Ka'ya yabancıydı ve bir yabancının anlayamayacağı bir şey istemişti ondan. Kadının yüzündeki anlayışsızlığı görmemek için baştan bu aptalca teklifi yapmamalıydı.
981 Merdivenleri hızla çıkarken ona âşık olduğuna kendini inandırdığı için de suçladı kendini. Odasına girdi, yatağa attı kendini ve önce İstanbul'dan buraya gelmekle ne kadar aptallık ettiğini, sonra da Frankfurt'tan Türkiye'ye gelmekle yaptığı yanlışı düşündü.
982 Kapı vuruldu, fırlayıp umutla açtı. İpek'ti, ama bambaşka bir ifade vardı yüzünde: Askerî bir aracın geldiğini, içinden çıkan biri asker iki kişinin Ka'yı sorduğunu söyledi. Onlara burada olduğunu, haber vereceğini söylemişti.
983 Ka onu içeriye çekti, kapıyı kapadı, bir kere öptü, sonra yatağın başına oturttu onu. Kendisi de yatağa uzanıp başını onun kucağına koydu. Böyle bir süre sessizce durdular ve pencereden dışarıya yüz on yıllık belediye binasının çatısındaki karda gezinen kargalara baktılar.
984 Ka'yı aldırmak için o zamanlar bile artık Türkiye'de az kullanılan eski cemse kamyonlardan birini yollamışlardı. Otelin lobisinde Ka'yı karşılayan gaga burunlu, beyaz tenli gençten sivil bir adam onu kamyonun önüne, ortaya oturttu.
985 Şehrin bomboş ve bembeyaz sokaklarından ağır ağır geçtiler. Askeri kamyonun birkaç çalışmaz ibreyle süslü şoför yeri iyice yüksekte olduğu için Ka tek tük açık perdelerden bazı evlerin içlerini görüyordu. Televizyonlar her yerde açıktı, ama bütün Kars perdelerini çekmiş, içine dönmüştü.
986 Bambaşka bir şehrin sokaklarında ilerliyorlarmış da, kara güçlükle yetişen sileceklerin arkasından gördükleri rüyalardan çıkma sokakların, Baltık tarzı eski Rus evlerinin, karla kaplı iğde ağaçlarının güzelliğinden, şoförle gaga burunlu adam da büyülenmiş gibi geldi Ka'ya.
987 Emniyet müdürlüğünün önünde durdular ve kamyonda iyice üşüdükleri için çabucak içeri girdiler. Düne kıyasla, içerisi öylesine kalabalık ve hareketliydi ki, böyle olacağını bilmesine rağmen bir an korktu Ka. Pek çok Türk'ün birlikte çalıştığı yerlere özgü o tuhaf dağınıklık ve hareket vardı burada.
988 Mahkeme koridorlarını, futbol stadyumlarının kapılarını, otobüs garajlarını hatırladı Ka. Ama tentürdiyot kokulu hastanelerde hissettiği bir dehşet ve ölüm havası da vardı. Yakında bir yerde birisine işkence yapıldığı düşüncesi, bir suçluluk duygusu ve korku şeklinde ruhunu sardı.
989 Dün akşamüstü Muhtarla çıktıkları merdivenleri tekrar çıkarken buraya hakim olan kişilerin tavırlarını, rahatlıklarını bir içgüdüyle benimsemeye çalıştı. Açık kapılardan hızla çalışan daktiloların tıkırtılarını, bağıra bağıra telsizle konuşanları, merdivenlerden çaycıya seslenenleri işitti.
990 Onu dün Muhtar ile birlikle oturduğu odanın bir benzerine aldılar ve katilin yüzünü görmediğini söylemesine rağmen eğitim enstitüsü müdürünün dün resimlerden çıkaramadığı katilini belki bu sefer alt katta, gözaltındaki İslamcı öğrenciler arasında teşhis edebileceğini söylediler.
991 İrice bir yatak büyüklüğünde bir hücrenin içinde beş kişi gördü Ka. Belki de daha fazlaydılar: Üstüsteydiler çünkü. Hepsi karşıda ki pis duvara sıkışıp yaslanmış, askerlik yapmadıkları için acemice esas duruşa geçmiş, daha önceden tehditle öğretildiği gibi gözlerini de kapamışlardı.
992 Büyük ihtimal ihtilalin ilk heyecanıyla alet kullanmadan yumrukları ve çizmeleriyle dövmüşlerdi bu gençleri. Son hücrede de Ka, eğitim enstitüsü müdürünü vuran adama benzer birini göremedi. Necip buradaki korkulu gençler arasında da olmadığı için de rahatladı.
993 Yukarıda yuvarlak yüzlü adam ile ona emir verenlerin bir an önce eğitim enstitüsü müdürünün katilini bulup Karslılara ihtilalin bir başarısı olarak sunmakta, belki de onu hemen asmakta çok kararlı olduklarını anladı. Odada şimdi bir de emekli binbaşı vardı.
994 Şehrin her iki adımda bir rastlanan işsiz çayhanelerinin çoğu kapalıydı, ama kenarda bekleyen bir askerî kamyonun dikkat çekmeyeceği Kanal Sokak'ta ocakçısı çalışan bir çayhane gördüler, içeride sokağa çıkma yasağının sona ermesini bekleyen bir çırak çocuktan başka bir köşede oturan üç genç vardı.
995 Gaga burunlu adam hemen paltosunun içinden tabancasını çıkardı ve Ka'da saygı uyandıran profesyonel bir tavırla gençleri üzerinde koskocaman bir İsviçre manzarası asılı duran duvara dayadı, üzerlerini aradı, kimliklerini aldı.
996 Ka şiirini bitirince siyah beyaz televizyonda sabahki türkücünün yerini Millet Tiyatrosu'ndaki ihtilalin aldığını gördü. Kaleci Vural aşklarını ve yediği golleri anlatmaya yeni başladığına göre yirmi dakika sonra kendisini şiir okurken televizyonda görebilecekti.
997 MİT görevlisi sezgisel bir kararla bu lafların doğruluğunu denetlemeye karar verdi. Adamlardan birinin zaten kimliği yoktu üzerinde, korkudan çok fazla titriyordu. MİT görevlisi ona aynı yoldan kendisini evine götürmesini söyledi.
998 Çalışıp para kazanmaya Türkiye'ye gelmiş bir Gürcü karı kocaydı bunlar. Çayhaneye döndüklerinde MİT görevlisinin kimliklerini geri verdiği duvara dayalı işsiz gençler hemen onlardan şikâyet ettiler: Kadın veremliydi, ama orospuluk yapıyor, şehre inen mandıra sahipleri, deri tüccarlarıyla yatıyordu.
999 Uzun boylu, iri yapılı bir polis Ka'nın koluna yürümekte zorlanan bir ihtiyara şefkatle yardım eder gibi girdi ve onu içinde korkunç işler yapılan üç derslikte gezdirdi. Arkadaşımın daha sonra tuttuğu defterlerde yaptığı gibi, o odalarda gördüklerinden çok söz etmemeye çalışacağım.
1000 İkinci dersanede daha az durduğu duygusu uyandı Ka'da. Burada birileriyle gözgöze gelmiş, onları dün şehri gezerken bir çayhanede gördüğünü hatırlamış, gözlerini suçluluk duygularıyla kaçırmıştı. Onların çok uzak bir rüya ülkesinde olduklarını hissediyordu şimdi.
1001 Üçüncü dersanede iniltiler, gözyaşları ve ruhunda genişleyen derin bir sessizlikle Ka her şeyi bilen bir gücün bu bilgiyi bize vermeyerek bu dünyadaki hayatı bir eziyete dönüştürdüğünü hissetti. Bu odada kimseyle gözgöze gelmemeyi başarmıştı.
1002 Bakıyordu ama gözünün önündekileri değil, kafasının içindeki bir rengi görüyordu. Bu renk en çok kırmızıya benzediği için bu odaya kırmızı oda diyecekti. İlk iki dersanede hissettiği, hayatın kısa, insanın suçlu olduğu duygusu burada birleşmiş, Ka'yı gördüğü manzaranın korkunçluğuna rağmen rahatlatmıştı.
1003 Sosyal Sigortalar Hastanesi'nin bodrum katındaki morgda Ka'ya ilk olarak en şüpheli cesedi gösterdiler. Askerlerin ikinci yaylım ateşi sırasında slogan atarken üç kurşun yiyip düşen İslamcı militandı bu. Ama Ka onu tanımıyordu hiç.
1004 Cesede ihtiyatla sokulmuş, saygılı ve gergin bir hareketle selamlar gibi bakmıştı. Mermerin üzerinde üşür gibi yatan ikinci ceset küçücük bir ihtiyar dedenindi. Sol gözü kurşunla parçalandıktan sonra akan kanla kapkara bir deliğe dönüşmüştü.
1005 Polis askerlik yapan torununu görmek için Trabzon'dan geldiğini belirleyemediği ve ufak tefekliği şüphe çektiği için gösteriyordu onu. Üçüncü cesede sokulduğunda biraz sonra göreceği İpek'i düşünüyordu iyimserlikle. Bu cesedin de tek gözü parçalanmıştı.
1006 Necip'ti. Aynı çocuksu yüz. Soran bir çocuğun aynı öne uzanmış dudakları. Ka hastanenin soğukluğunu ve sessizliğini hissetti. Aynı gençlik sivilceleri. Aynı kemerli burun. Aynı kirli öğrenci ceketi. Ka bir an ağlayacağını sandı ve telaşa kapıldı.
1007 Bu telaş oyaladı onu ve gözyaşları akmadı. On iki saat önce avucunu bastırdığı alnının ortasında bir kurşun deliği vardı. Necip'i ölü gibi gösteren şey yüzünün soluk mavimsi beyazlığı değil, gövdesinin bir tahta gibi uzanmasıydı.
1008 Sağ olduğu için bir şükran duygusu geçti Ka'nın içinden. Bu onu Necip'ten uzaklaştırdı. Öne doğru eğildi, arkasında kavuşturduğu ellerini çözdü, Necip'i omuzlarından tutup iki yanağından öptü. Soğuktu yanakları, ama sert değildiler.
1009 Ka içeriye girer girmez, turuncu güllü duvar kâğıtlarının yumuşacık ışığında birer tuhaf işkence makinesi gibi gözüken bu düğme makinelerini, eski tarz büyük dikiş makinelerini, duvarlardaki çivilere asılı iri makasları gördü.
1010 Sunay Zaim üzerinde Ka'nın onu iki gün önce ilk gördüğünde giydiği yıpranmış palto ve kazak, ayaklarında asker çizmeleri, parmaklarının arasında filtresiz bir sigara odada aşağı yukarı yürüyordu. Ka'yı görünce eski ve sevgili bir dostu görmüş gibi yüzü ışıdı, koşup sarıldı ve öptü onu.
1011 Bir hafta içinde gazetelerde Sunay'ın pek çok fotoğrafı çıktı: Yıllar önce oynadığı bir reklam filminde iştahla bira içerken, gençlik döneminde oynadığı bir filmde dayak yerken, orak çekiçli bayrak önünde yumruğunu sıkarken, karısının başka erkek oyuncularla rol gereği öpüşmesini seyrederken.
1012 Sunay bu kötü yenilgiden sarsılmadan çıkacak kadar tecrübeliydi ama asıl sonraki gelişmeler vurdu onu: Rolünü sağlama bağlamak için bir ayda o kadar çok televizyona çıkmıştı ki, artık herkes onun fazlasıyla tanıdık sesini Atatürk'ün sesi olarak dinlediği için dublaj işi vermediler ona.
1013 Başarısız bir Atatürk'ün, elinde bir boya kutusu, duvarları boyaması, ya da bankasından çok memnun olduğunu açıklaması da tuhaf kaçacağından iyi ve sağlam ürünü seçen makul baba rolleri için eskiden onu arayan televizyon reklamcıları da sırtlarını döndüler.
1014 Ama asıl kötüsü, gazetelerde yazılan her şeye tutkuyla inanan halkın onun Atatürk ve din düşmanı olduğuna inanmasıydı: Bazıları karısının başka erkeklerle öpüşmesine ses etmediğine de inanmıştı. En azından ateş olmayan yerden, duman çıkmaz havası vardı.
1015 Sonrası hakkında pek çok dedikodu var: Berlin'e gidip Brechtçi Berliner Ensemble'da tiyatro eğitimi adı altında terörizm öğrendikleri ya da Fransız Kültür Bakanlığı'nın bir bursuyla Şişli'deki Fransız Akıl Hastanesi La Paix'de yattıkları gibi.
1016 Odaya iki adam girmiş, biri gene Sunay'a bir telsiz uzatmıştı. Ka açık telsizden duyulan konuşmalardan Sukapı Mahallesi'ndeki gecekondulardan birinin sarıldığını, içeriden ateş edildiğini, evde Kürt gerillalardan birinin ve bir ailenin olduğunu işitti.
1017 Önceki gece Ka ile birlikte Erzurum otobüsünden indikten sonra, Yeşilyurt Lokantası'nda otuz küsur yıllık arkadaşı Osman Nuri Çolak'la karşılaştığını anlattı Sunay. Kuleli Askerî Lisesi'nden sınıf arkadaşıymış. O zamanlar Pirandello kimdir, Sartre'ın oyunları nelerdir Kuleli'de bilen tek kişiymiş.
1018 O sırada yeniden başlayan telsiz konuşmalarından Ka, Sukapı Mahallesi'ndeki çatışmanın yeni bir aşamaya geldiğini anladı. Önce telsizden üç el silah sesi geldi, birkaç saniye sonra karlı ovada yumuşayarak gelen silah sesleri duyulunca Ka telsizin abarttığı sesin daha güzel olduğuna karar verdi.
1019 Bütün vadi patlamalarla sarsıldı. Ka tankın üzerindeki makineli tüfeğin de harekete geçtiğini anladı. Tank da atış yapmıştı ama ıska geçmişti. Daha sonrakiler askerlerin attığı el bombalarıydı. Bir köpek havlıyordu. Gecekondunun kapısı açıldı, iki kişi çıktı dışarı.
1020 Bir patlama oldu. Pencere camları ve çerçeveler titredi, ikisi de sesin geldiği yöne, Kars çayı tarafındaki pencerelere baktılar, ama karla kaplı kavak ağaçlarıyla yolun öte yanındaki sıradan ve boş bir binanın buz tutmuş saçaklarından başka bir şey göremeyince pencereye sokuldular.
1021 Dimdik durup emir verir gibi konuşması, arada bir seyircilerin üzerindeki hayali bir noktaya uzun uzun bakması, Sunay'ın yirmi yıl önce tiyatro sahnesinde yaptığı pozları hatırlattı Ka'ya. Ama gülmedi buna; kendisini de bu modası geçmiş oyunda hissediyordu.
1022 Sunay hiç de tiyatro kokmayan öfkeli bir hareketle Ka'yı kolundan tutup odadan dışarıya çekti, geniş bir koridoru geçip iç avluya bakan bembeyaz bir odaya soktu, içeri göz atar atmaz Ka odanın pisliğinden değil, mahremiyetinden korkup başını çevirmek istedi.
1023 Pencerenin rnandalıyla duvardaki bir çivi arasına gerilmiş ipe çoraplar asılmıştı. Ka kenardaki açık bir bavulun içinde bir saç kurutma makinesi, eldivenler, gömlekler, ancak Funda Eser'in takabileceği kadar büyük bir sütyen gördü.
1024 Görüngünün ve konuşulanların bütün kabalığına rağmen karı koca arasında öyle ince bir mizah ve öyle tam bir ruh anlaşması hissetti ki Ka, kıskançlıkla karışık bir saygı duydu onlara. Aynı anda Funda Eser ile gözgöze gelince içgüdüyle yerlere kadar eğilerek kadını selamladı.
1025 Geniş Atatürk Caddesi'nin boşluğu, karlar altındaki yan sokakların sessizliği, karlı eski Rus evlerinin ve iğde ağaçlarının güzelliği biraz olsun içini açmıştı ki, peşinde birisi olduğunu fark etti. Halitpaşa Caddesi'ni geçti, Küçük Kâzımbey Caddesi'nden sola saptı.
1026 Ama adam o kadar yıpranmış ve yorgundu ki değil Ka'yı kendini koruyabilecek hali bile yoktu. En az altmış beşinde gösteriyordu, yüzü kırış kırıştı, sesi cılız, gözlerinin ışığı gitmiş, Ka'ya bir sivil polisten çok polisten korkmuş biri gibi ürkek ürkek bakıyordu.
1027 Meyhane, kapısını fazla vurmaya gerek kalmadan açıldı. Adının Saffet olduğunu öğrendiği hafiyeyle rakı içip, kara köpekle de paylaştıkları börekleri yiyerek Sunay'ın konuşmasını dinlediler. Konuşmanın askerî darbelerden sonra dinlediği öteki başkan konuşmalarından hiç farkı yoktu.
1028 Ka şiiri bitirdikten sonra yatağın kenarında oturup Kars'a geldiğinden beri ilk defa bu şehirde İpek'i tavlamaktan ve şiir yazmaktan başka yapacak bir işi olmadığını düşündü: Hem bir çaresizlik hem de bir özgürlük duygusu veriyordu bu ona.
1029 Şimdi İpek'i kandırıp Kars şehrini birlikte terk edebilirse hayatının sonuna kadar onunla mutlu olacağını biliyordu. İpek'i ikna edebileceği zamanı ve bu işi kolaylaştıracak bir mekân birliğini sağladığı için yolları tıkayan kara şükran duydu.
1030 Paltosunu giyip kimseye görünmeden sokağa çıktı. Belediye tarafına doğru değil, İstiklali Milli Caddesi'nden sola aşağıya yürüdü. Bilim Eczanesi'ne girip C vitamini tabletleri aldı, Faikbey Caddesi'nden sola döndü, lokanta vitrinlerine bakarak ilerleyip Kâzım Karabekir Caddesi'ne saptı.
1031 Hafiye Saffet'e alıştığı için Ka ondan korkmuyordu hiç. Kendisini gerçekten izlemek istiyorlarsa peşine görünmeyen bir hafiye takacaklarını biliyordu. Görünen hafiye görünmeyen hafiyeyi gizlemeye yarardı. Bu yüzden bir ara hafiye Saffet'i kaybedince Ka telaşlandı ve onu aramaya başladı.
1032 Ka nereye gideceğini bilmiyordu. Daha sonra camları buz tutmuş bir başka boş çayhanede otururlarken aslında iki kadeh rakı için Şeyh Saadettin Efendi'ye gitmek istediğini anladı. İpek'i şu anda yeniden görmek mümkün değildi ve ruhu onu düşünmekle işkence korkusu arasında daralıyordu.
1033 Okulların tatil olmasına rağmen okuma salonunda beş altı öğrenciyle evlerinin soğuğundan kaçan birkaç emekli memur gördü. Bir kenarda okunmaktan lime lime olmuş sözlükler ve yarısı parçalanmış resimli çocuk ansiklopedileri arasında, çocukluğunda çok sevdiği eski Hayat Ansiklopedisi ciltlerini buldu.
1034 Bu ciltlerin her birinin arka kapağının içinde üst üste yapıştırılmış renkli resimlerden oluşan, içe doğru açılan yaprakları çevirdikçe bir arabanın, bir erkeğin, bir geminin organ ve parçalarının tek tek görüldüğü bir anatomi levhası olurdu.
1035 Henüz şiirin sonuna gelmemişti ki, Ka, masasına birisinin oturduğunu hissetti. Defterden başını kaldırınca şaşırdı: Necip'ti bu içinde dehşet ve hayret değil, kolay ölmeyecek birinin öldüğüne inanmanın suçluluk duygusu uyandı.
1036 Ka kimsenin görmediği bir köşede Saffet'ten kimliği alacağına inandığı için saat altıda Demirköprü'de buluşmak için Fazıl'la sözleşti. Fazıl hemen çıktı kütüphaneden. Bütün okuma salonu huzursuz olmuştu, herkes kimlik kontrolünden geçirileceğini sanıyordu.
1037 Faikbey Caddesi'nde yürürken Kadife ile karşılaştı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Az önce İpek'i düşünüyordu, Kadife ona İpek ile ilgili çok yakın ve olağanüstü güzel bir şey gibi gözüktü. Kendini tutmasaydı başörtülü kıza sarılıp öpecekti.
1038 Bir zamanlar sandık odası olarak kullanılan küçük bir odanın yarısıydı burası iç avluya bakan daracık bir penceresi, çekinerek iki ucuna oturdukları bir küçük yatağı, iyi havalandırılmamış otel odalarına özgü boğucu bir ıslak toz kokusu vardı.
1039 Ka sustu. Kadife onun mahzun bir küçük çocuk gibi pencereden bakışını görünce, Ka ile İpek'in Frankfurt'ta mutlu olabileceklerini, İpek'in Kars'tan çıkar çıkmaz neşeleneceğini, onları Frankfurt sokaklarında gülüşerek akşam sinemaya giderken gözünün önüne getirebildiğini söyledi.
1040 Kenar tahtalarının üzerine kırmızı güller, beyaz papatyalar ve yeşil yapraklar boyanmış, eski ve sıradan bir at arabasıydı bu. Yorgun ve yaşlı atının kenarları buz tutmuş burun deliklerinden buhar çıkıyordu. Geniş yapılı ve hafif kambur arabacının paltosu ve şapkası kar tutmuştu.
1041 Önce Kadife indi aşağıya. O mutfağa girdiği sırada Ka at arabasının eski Rus evinin iç avlusunu sokaktan ayıran kemerli geçide sokulduğunu gördü ve kararlaştırdıkları gibi odasından çıkıp aşağı indi. Mutfakta kimseyi göremeyince telaşlandı, ama avlu kapısının aralığında arabacı onu bekliyordu.
1042 Hiç unutmayacağını hemen anladığı yolculuk yalnızca sekiz dakika sürdü, ama Ka'ya çok daha uzunmuş gibi geldi. Şehrin neresinde olduklarını merak ediyor, onlar yanlarından arabanın gıcırtılarıyla geçerlerken aralarında konuşan Karslıları ve yanında uzanan Kadife'nin soluk alıp verişlerini dinliyordu.
1043 Sesindeki titremeden ve Lacivert'in bir anda öfkeyle parlayan gözlerinden ikisi arasında çok kereler tekrarlanmış kavgalardan birinin eşiğine geldiklerini Ka hemen hissetti. Kavgadan yorulmuş çiftler gibi, onu başkalarından gizleme gayretlerinin de artık tükendiğini anladı Ka.
1044 Kadife'de, hırpalanmış ve âşık kadınlara özgü bir ne pahasına olursa olsun cevap verme azmi, Lacivert'te ise mağrur bir ifadeyle birlikte olağanüstü bir şefkat gördü. Ama bir anda her şey değişti ve Lacivert'in gözlerinde bir kararlılık belirdi.
1045 Kadife Lacivert'in omzunu iki eliyle hafifçe yumrukladıktan sonra ağlamaya başladı. Lacivert onu kenardaki sandalyeye oturturken ikisi de öyle yapay bir sesle konuşuyorlardı ki Ka neredeyse her şeyin kendisini etkilemek için düzenlenmiş bir tiyatro olduğuna inanacaktı.
1046 Lacivert buna da hoşgörüyle ve tatlılıkla gülümsemeyi başarınca Ka ona bir saygı duydu. Frankfurter Rundschau'da bir demeci çıkarsa İstanbul'daki küçük İslamcı gazetelerin bunu övünerek ve abartarak çevirecekleri aklına ilk defa geliyordu.
1047 Bu Lacivert'in bütün Türkiye'de tanınması demekti. Uzun bir sessizlik oldu. Kadife bir mendil çıkarmış, gözlerini siliyordu. Ka buradan çıkar çıkmaz iki sevgilinin önce kavga edeceklerini, sonra da sevişeceklerini hissetti. Bir an evvel çıkıp gitmesini mi istiyorlardı.
1048 Lacivert tatlılıkla buna da gülümsedi ama Ka bu sefer onun yüzünden bütün iradesini kullandığını gördü. Lacivert de Ka'nın bunları gördüğünü gördü. Bu da iki erkeği şimdi hiç de birlikte tanık olmak istemedikleri bir yere, Lacivert ile Kadife'nin mahremiyetinin eşiğine getirdi.
1049 Gözünün önünde kendisini mutluluk için savaşmaya, yalan söyleyip dolaplar çevirmeye çağıran İpek'in hayali, hızlı adımlarla otele yürüdü. Kar yeniden iri tanelerle yağıyordu. Sokaklarda sıradan bir akşamüstünün kırık dökük telaşını hissetti Ka.
1050 Saray Yolu Sokak ile Halitpaşa Caddesi'nin kenarda birikmiş kar yığınlarının darlaştırdığı köşesinde, yorgun bir atın çektiği kömür yüklü bir araba yolu tıkamıştı. Arkasındaki kamyonun silecekleri ön camı temizlemeye ancak yetiyordu.
1051 Marianna İstanbul'daki büyük televizyon kanallarından biri tarafından haftada beş gün yayımlanan ve bütün Türkiye'de çok sevilen melodramatik bir Meksika dizisiydi. Diziye adını veren kısa boylu, iri yeşil gözlü, cana yakın, fıkır fıkır Marianna, bembeyaz tenine karşın, aşağı sınıftan yoksul bir kızdı.
1052 İlk reklam arasında, Ka hızla ve güvenle ortak bildiri konusunu Turgut Bey'e açtı ve kısa bir sürede konuya ilgisini çekmeyi başardı. Turgut Bey en çok önemsenmekten memnun olmuştu. Bu bildiri fikrinin kimin olduğunu, kendi adının ortaya nasıl atıldığını sordu.
1053 Filmin devamında Turgut Bey huzursuzdu, Asya Oteli'ne hem gitmek istiyor, hem de korkuyordu. Marianna'yı seyrederken gençliğinin siyasal hatıralarından, hapse girme korkularından, insanın sorumluluğundan, hayaller ve hatıralar arasında kaybolmuş bir ihtiyarın hüznüyle ağır ağır söz etti.
1054 Ka İpek'in yüzünde bir gölge gördü ama yeni, mutlu bir şiir gelmişti aklına. Zahide Hanım'ın az önce gözyaşı dökerek Marianna'yı seyrederken oturduğu mutfak kapısının yanındaki sandalyeye sessizce oturup gelen şiiri iyimserlikle yazdı.
1055 Ka İpek'in babasıyla konuşurken kendisine, de birşeyler söylediğini, aslında odadaki herkes gibi hep çift anlamlı konuştuğunu, bakışlarını kimi zaman kaçırıp kimi zaman yoğunlaştırmasının da bu iki anlamı vurgulamaya yönelik olduğunu hissetti.
1056 Kars'ta Necip dışında karşılaştığı herkesin içgüdüsel bir ahenkle cilt anlamlı konuştuğunu çok daha sonra fark edecek, bunun yoksullukla mı, korkularla mı, yalnızlıkla mı, hayatın yalınlığıyla mı ilgili olduğunu soracaktı kendine.
1057 Bir süre sustular. Ka, İpek'in bakışını izleyerek pencereden dışarıya baktı. Kar yeniden başlamıştı. Otelin önündeki sokak lambası yanmıştı, iri kar tanelerini aydınlatmasına rağmen karanlık daha tam çökmediği için sanki boşuna yanıyormuş gibi gözüküyordu.
1058 Pencereden önce Turgut Bey ile Kadife'nin gidişini görmesi gerekiyordu. Belki de Ka helaya gittiğinde gitmişlerdi. Ama o sırada gitmişlerse İpek'in şimdiye kadar gelmiş olması gerekiyordu. Belki de şimdi İpek dün gece gördüğü odasında kokular ve boyalar sürerek ağır ağır hazırlanıyordu.
1059 Birlikte geçirebilecekleri zamanı bu işlerle harcıyor olması ne kadar yanlış bir karardı! Onu ne kadar çok sevdiğini bilmiyor muydu? Hiçbir şey şu anki bekleyiş gibi dayanılmaz bir acıya değmezdi; bunu gelince İpek'e söyleyecekti, ama gelecek miydi.
1060 Bir at arabasının otele yanaştığını, Kadife'ye yaslanarak ilerleyen Turgut Bey'in Zahide Hanım'ın ve resepsiyona bakan Cavit'in yardımıyla bindirildiğini, arabanın yanlarını örten muşambaların çekildiğini gördü. Ama araba kıpırdamadı.
1061 Sokak lambasının ışığında her biri daha da kocaman gözüken kar taneleri tentesinde hızla birikirken öylece durdu. Zaman da durmuş gibi geldi Ka'ya, delireceğini sandı. Derken Zahide koşa koşa gelip arabanın içine Ka'nın göremediği bir şey uzattı.
1062 Bekleme acısıyla, aşkı birbirinden ayıran şey nedir? Tıpkı aşk gibi bekleme acısı da Ka'nın midesinin üst kısmıyla, karın adaleleri arasında bir yerde başlıyor, bu merkezden göğsünü, bacaklarının üst kısmını ve alnını işgal ederek yayılıyor, bütün gövdesini uyuşturuyordu.
1063 Bunu kendisine yollanmış bir işaret olarak gördü, İpek elektriklerin kesileceğini bildiği için gelmemiş olabilirdi. Gözleri kar altındaki karanlık sokakta oyalanacak bir kıpırtı arıyordu. İpek'in hala gelmemiş olmasını açıklayacak bir şey.
1064 Bir kamyon gördü orada, bir askerî kamyon muydu, hayır bir yanılsamaydı, şimdi merdivenlerde duyduğu sesler de öyle. Kimse gelmeyecekti. Pencereden çekildi, sırtüstü yatağa attı kendini. Karnının ağrısı derin kuvvetli bir acıya, pişmanlıkla yüklü bir çaresizliğe dönüşmüştü.
1065 Ama Ka onu duymamış gibiydi. Hemen bütün gücüyle sarıldı ona; kafasını boynuyla saçlarının arasına soktu; orada hiç kıpırdamadan durdu. O kadar mutlu hissetti ki kendini, bekleme acısı iyice saçma geldi. Gene de bu acıdan yorgundu ve bu yüzden gerektiği kadar coşku duyamıyordu.
1066 Bu yüzden, yanlış olduğunu bile bile, geciktiği için İpek'ten hesap sordu, şikâyet etti. Ama İpek babası gider gitmez geldiğini söyledi: Ha, evet, mutfağa inmiş ve Zahide'ye akşam için biriki şey söylemişti, ama bir dakikadan fazla sürmemişti bu; bu yüzden Ka'yı bekletmekte olduğunu düşünmemişti hiç.
1067 Böylece Ka, ilişkinin henüz başındayken kendisinin daha hevesli ve kırılgan olduğunu göstererek güç dengesinde altta kaldığını hissetti. Bu güçsüzlükten korkarak çektiği bekleme acısını gizlemek ise onu samimiyetsiz durumuna düşürürdü.
1068 Gene de yakındaki merkez istasyonu çevresinde, döner kebapçıların, seyahat bürolarının, dondurmacıların ve seks dükkânlarının olduğu kaldırımlarda büyük şehirleri ayakta tutan o ölümsüz enerjinin izlerine rastlamak beni sevindirdi.
1069 Otelime yerleştikten, beni kendi isteğim üzerine halkevinde bir konuşma yapmam için davet eden edebiyatsever TürkAlman genciyle telefonda konuştuktan sonra istasyondaki İtalyan kahvesinde Tarkut Ölçün ile buluştum. Telefonunu İstanbul'da, Ka'nın kızkardeşinden almıştım.
1070 Altmış yaşlarındaki bu iyi niyetli ve yorgun adam, Frankfurt yıllarında Ka'yı en yakından tanıyan kişiydi. Ölümünden sonraki soruşturma sırasında polise bilgi vermiş, İstanbul'a telefon edip ailesiyle ilişki kurmuş, cenazenin Türkiye'ye yollanmasına yardım etmişti.
1071 O günlerde ben Ka'nın Kars'tan döndükten ancak dört yıl sonra bitirdiğini söylediği şiir kitabının müsvettelerinin Almanya'daki eşyaları arasında olduğunu düşünüyor, babasına ve kızkardeşine ondan geri kalan şeylere ne olduğunu soruyordum.
1072 Önce istasyonun arkasındaki yüz yıllık fabrika binalarının ve eski askeri kışlanın arasından geçerek Ka'nın son sekiz yıl yaşadığı Gutleutstrasse yakınlarındaki binaya gittik. Küçük bir meydana ve çocuk parkına bakan apartmanın dış kapısını ve Ka'nın dairesini açacak olan ev sahibesini bulamadık.
1073 Beni yoğun bir hüzne sürükleyen araştırmamı kısa kestim Rehber dostumla aynı caddelerden sessizce geri döndük. Kaiserstrasse'nin ortalarında bir yerde World Sex Center saçma adlı bir dükkânın önünden sola kıvrılıp, bir sokak aşağıya Münchenerstrasse'ye yürüdük.
1074 Islak kaldırıma boş boş baktım. Manavdan bir anda itişerek dışarı fırlayan iki çocuktan biri, Ka'nın üç kurşun isabet etmiş gövdesinin düştüğü ıslak kaldırım taşlarına basarak geçti gitti önümüzden. Az ileride durmuş bir kamyonun kırmızı ışıklan asfaltta yansıyordu.
1075 Ama ben çevredeki dükkânlara girip çıkmaya başlayınca içten gelen bir şefkatle bana yardım etti. Berber dükkanındaki kızlar Tarkut Bey'i tanıyıp hatır sordular, cinayet saatinde tabii ki dükkânda yoktular, zaten olayı hiç duymamışlardı.
1076 Polis Ka'yı vuran adamı gören kimseyi bulamamıştı. Bayram Kebap Haus'un garsonu silah seslerini duymuş ama televizyonun ve müşterilerin gürültüsü yüzünden kaç el ateş edildiğini anlayamamıştı. Caminin üzerindeki birahanenin buğulanmış camlarından dışarısı zor gözüküyordu.
1077 Kar altında hiç konuşmadan Ka'nın evine geri dönüp iri yarı, sevimli ve şikâyetçi ev sahibesini bulduk. Serin ve is kokan eski binanın çatı katını açarken öfkeli bir sesle evin kiraya verilmek üzere olduğunu, içerideki eşyaları, bütün bu pisliği biz almazsak atacağını söyleyip gitti.
1078 Ka'nın Kars'ta kendisine gelen şiirleri yorumladığı defterleri bu sırada okumaya başladım. Kars'ta yaşadığı bütün bu dehşeti ve aşkı Ka benden niye saklamıştı? Bunun cevabını çekmecelerde bulup torbaya attığım bir dosyadan çıkan kırka yakın aşk mektubundan aldım.
1079 Lobideki uydurma barda iki tane daha viski içtim ve etkisini göstersin diye pencereden dışarıya yağan kara bakarak bekledim. Odama çıkmadan önce biraz kafayı bulursam artık bu akşam Melinda'ya, ya da Ka'nın defterlerine takmam zannediyordum.
1080 Ka ile İpek seviştikten sonra birbirlerine sarılarak bir süre hiç kıpırdamadan yattılar. Bütün dünya öylesine sessiz ve Ka da öylesine mutluydu ki bu çok uzun bir süreymiş gibi geldi ona. Sırf bu yüzden bir sabırsızlığa kapıldı ve yataktan fırlayıp pencereden dışarıya baktı.
1081 Oysa pencerenin öte yanında yağan kardan başka hiçbir şey yoktu. Elektrikler hâlâ kesikti ama, alt katla, mutfakta yanan bir mumun ışığı buzlu pencereden dışarıya sızıyor, ağır ağır inen kar tanelerini hafif turuncumsu bir ışıkla aydınlatıyordu.
1082 Kar tanelerinin geometrik yapısında güzellikten öte bir anlam bulduğunu İpek'in sezdiğini hissediyor, ama bunun olamayacağını da aklının bir yanıyla biliyordu. Bir yandan İpek Ka'nın kendisinden başka bir şeyle ilgilenmesinden huzursuz oluyordu.
1083 Ka az önceki eşsiz mutluluğu bir an yeniden bulduğunu sandı, ama aynı duygu değildi bu artık. O ânı bir daha bulamama korkusu içinde birden hızla büyüdü, her şeyi önüne katıp sürükleyen bir telaşa dönüştü: Frankfurt'a gelmeye İpek'i asla ikna edemeyeceğini korkuyla sezdi.
1084 Turgut Bey ile Kadife'yi, Asya Oteli'ndeki gizli toplantıya götürecek at arabasına Zahide'nin son anda yetiştirdiği ve pencereden bakarak İpek'i bekleyen Ka'nın ne olduğunu karanlıkta çıkaramadığı şey bir çift eski yün eldivendi.
1085 Fazıl da odadaydı; Kadife'yi görür görmez ayağa kalkmış, ama Turgut Bey'e saygıdan ayağa kalkan ötekilerle birlikte hemen yerine oturmamış, bir süre büyülenmiş gibi hayran hayran bakmıştı. Odadaki birkaç kişi onun bir şey söyleyeceğini sanmıştı, ama Kadife fark etmemişti bile onu.
1086 Lacivert, Frankfurter Rundschau'da yayımlanacak bildiriyi Kürt milliyetçisi sıfatıyla imzalayacak kişinin bir ateist olmasının Batılıları etkileyeceğine ikna olmuştu. Ama zorlukla ikna edilen soluk yüzlü irice delikanlı bildiriye konulacak ifade konusunda dernek arkadaşlarıyla fikir ayrılığına düşmüştü.
1087 Bu kadarı Turgut Bey'i bu toplantıya geldiğine pişman etmeye yetti. Buraya geçerken uğradığına hemen inandırdı kendini. Kafası bambaşka şeylerle meşgul birinin havasıyla ayağa kalkıp kapıya doğru bir iki adım atmıştı ki gözü dışarıda Karabağ Caddesi'ne yağan kara takıldı ve pencereye yürüdü.
1088 Dernekli üç Kürt gencinden cırlak sesli olanı da merakını yenemeyip pencereye sokuldu, baba kızla birlikte aşağıya, sokağa bakmaya başladı. Odadaki kalabalık da yarı saygılı, yarı endişeli bir havayla onları izliyor, bir baskın korkusu, bir huzursuzluk hissediliyordu.
1089 Bildiride askeri darbeyi bir avuç maceracının yaptığını belirten bir ifade vardı. Lacivert buna itiraz etti. Yerine önerilen daha kapsamlı tanımlar da Batılılara sanki bütün Türkiye'de askerî darbe yapılmış izlenimi verecek diye şüpheyle karşılandı.
1090 Kimsenin dikkat etmediği otuz yaşlarında, soluk yüzlü, soluk ceketli bir adamdı bu. Odadaki iş güç sahibi üç kişiden biriydi. Sigorta hastanesinde aşçıydı ve ikide bir saatine bakıyordu. İçeriye kayıp aileleriyle birlikte girmişti.
1091 Dernekli delikanlı rüyayı gördüğünü kanıtlamak içinbaşta atladığı bir ayrıntıyı itiraf etti. Uykudan her uyanışındarüyadaki sarışın kadını hatırladığını söyledi. Beş yıl önce Ermeni kiliselerini görmeye gelen turistlerle dolu bir otobüsten inerken görmüştü onu ilk.
1092 Erkek liselerine gitmiş, ya da askerlik yapmış her erkeğin tahmin edebileceği gibi cinsel güç ile milliyet ve kültür arasında bir ilişki kuran bir hikâyeydi bu. Edepsiz kelimeler kullanılmamış ve kabalığın üstü imalarla örtülmüştü.
1093 Rahmetli Necip'e ateist demek istemem. Ama şimdi içimde bir ateistin sesini duyuyorum ve çok korkuyorum bundan. Siz öyle misiniz bilmiyorum, ama Avrupa'da bulundunuz, aydınları, içki içen, uyuşturucu kullanan bütün o insanları da tanımışsınızdır.
1094 Daha sonra Fazıl Kadife'nin ilgisini nasıl çekebileceğini sordu. Ka'nın Kadife'nin ablası İpek'e âşık olduğunu bütün Kars'ın bildiğini de söyledi bu ara. Fazıl'ın tutkusu Ka'ya öylesine umutsuz ve imkânsız gözüktü ki, bir an kendisinin İpek'e duyduğu aşkın da bu kadar umutsuz olabileceğinden korktu.
1095 Fazıl ağlarken Ka ona Kadife'ye olan aşkını herkesin önünde açıklamamasını, Lacivert'ten korkması gerektiğini söyleyip söylememekte kararsızdı, İpek ile aralarındaki ilişkiyi bildiğine göre. Lacivert Kadife ilişkisini de biliyordur diye düşünüyordu.
1096 Zahide çayhaneye girdiğinde Ka ile Fazıl televizyonda bir ormanda esrarengiz bir şekilde ilerleyen bir kamyonu seyrediyorlardı. Zahide, Fazıl'ın hiç ilgilenmediği sarı bir zarf çıkarıp verdi Ka'ya. Ka açıp içindeki notu okudu: İpek'tendi.
1097 Soluk bir lamba yanıyordu burada, içeride kömür ve uyku kokusundan başka rakı kokusu da aldı Ka. Uğuldayan kalorifer kazanının yanında birkaç kişiyle gölgeleri vardı. Karton kutular arasında gaga burunlu MİT görevlisi ve veremli Gürcü kadınla kocasının rakı içip oturduklarını görünce hiç şaşırmadı.
1098 Ka, Muhtar'ın yeniden evlenme teklifine İpek'in özel olarak bir cevap vermediğini söyledi. Muhtar da bu çok özel bir cevapmış gibi anlamlı bir ifade takınarak eski karısının ne kadar duygulu, ne kadar ince, ne kadar anlayışlı bir kadın olduğunu Ka'nın bilmesini istediğini söyledi.
1099 Dün gece büyük sanatçı Sunay Zaim ve arkadaşlarının halkın coşkulu katılımı eşliğinde başarıyla sahnelediği, bütün Kars'a barış ve huzur getiren Atatürkçü oyunun orta yerinde anlaşılmaz ve zevksiz bir şiirini okuyarak halkın keyfini kaçıran sözde şair Ka hakkında pek çok söylenti işittik.
1100 Muhtar öyle ortalıkta hedef gibi dolaşmamasını söyleyip onu çayhanede yalnız bıraktıktan sonra öldürülme korkusu Ka'nın içine işledi. Çayhaneden çıktı, ağır çekim bir filmi hatırlatan sihirli bir hızla düşen iri kar tanelerinin altında dalgın yürüdü.
1101 Gene de, Halitpaşa Caddesi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin köşesinde, kör bir duvardaki buzlu delikten uzatılan hayali bir namlunun kendisini hedeflediğini, bir anda vurulup karlı kaldırımda öldüğünü hayal etti ve İstanbul gazetelerinin ne yazacağını çıkarmaya çalıştı.
1102 Geç saatte gazeteci Serdar Bey'in arkasından Turgut Bey ve kızları odalarına çekilmek için kalkarken, Ka'nın aklından İpek'i odasına çağırmak geçti. Ama reddedilip mutluluğuna gölge düşürmemek için İpek'e bir ima bile yapmadan odasına çıktı.
1103 Funda Eser'in yüzünde yerli melodram filmlerinde birlikte kaçan genç aşıkların mutluluğundan sevinç duyan iyi niyetli teyzelere özgü o koruyucu şefkat ifadesi belirdi. Ka kadının İpek ile kendisinin aşkına da aynı sevgiyle yaklaşabileceğini hayal etti bir an.
1104 Ka otele girer girmez sabah bütün ruhunu saran mutluluğu yeniden hissetti, içinden hemen İpek'i görmek gelmesine rağmen ondan bir şey saklamak aşklarına küçük de olsa ihanet anlamına gelebileceği için önce bir yolunu bulup Kadife ile yalnız konuşmak istiyordu.
1105 Odasına çıkınca yatağının yapılmış olduğunu gördü. Dün gece içinde hayatının en mutlu gecesini geçirdiği eşyalar, sehpanın soluk lambası, solgun perdeler şimdi bambaşka bir kar ışığı ve sessizlik içindeydi ama sevişmeden kalan kokuyu hâlâ içine çekebiliyordu.
1106 Kadife'nin zayıf noktasına dokunabildiğini gözlerindeki öfkeden anladı, tuhaf bir şekilde gülümsediğini gördü sonra Ka ve korktu bundan, içini bir korku ve kıskançlık sardı. Kadife'nin kendisine İpek hakkında yıkıcı bir şey söylemesinden korkuyordu.
1107 Oda, bölge başbayii Muhtar'ın iyi geçinmek için bir zamanlar askeriyeye hediye ettiği elektrikli bir Arçelik ısıtıcıyla çok iyi ısıtılmasına rağmen Lacivert uzanıp kitap okuduğu yatakla üzerine temiz bir asker battaniyesi çekmişti.
1108 Ka'yı görünce yataktan çıktı, bağları allamış ayakkabılarını giyip resmî bir havayla ama gene de gülümseyerek elini sıktı ve iş konuşmaya hazır birinin kararlılığıyla kenardaki formika masayı işaret etti. Küçük masanın iki ucundaki iki sandalyeye oturdular.
1109 Ka masanın üzerinde ağzına kadar izmaritle dolu çinko bir küllük görünce cebinden Marlboro'yu çıkarıp Lacivert'e verdi, rahatının yerinde gözüktüğünü söyledi. Lacivert işkence görmediğini söyledi ve kibritiyle önce Ka'nın, sonra kendi sigarasını yaktı.
1110 İlk Lacivert bitirdi yazısını. Ka kendi kefalet yazısını bitirince Lacivert'in o hafif alaycı bakışıyla gülümsediğini gördü ama aldırmadı, işleri yoluna koyduğu, şehirden İpek ile çıkabileceği için olağanüstü mutluydu. Sessizce kâğıtları değiştirdiler.
1111 Ka sevilmediğini derinden hissetti. Masadaki kâğıtlardan birkaç tanesini katlayıp aldı. Kadife'yi ve Sunay'ı bir an önce görmesi gerektiğini söyleyerek hücrenin kapısını vurdu. Kapı açılınca Lacivert'e dönüp Kadife'ye özel bir mesajı olup olmadığını sordu.
1112 Yukarı kattaki MİT görevlileri kayıt cihazını göğsüne yapıştıran bandajları kıllarını kopararak ağır ağır çözerlerken Ka bir içgüdüyle onların alaycı ve işbilir havalarına uydu ve Lacivert'i küçümsedi. Böylelikle onun kendisine karşı takındığı düşmanca tavır üzerinde durmadı hiç.
1113 Askeri kamyonun şoförüne otele gidip kendisini beklemesini söyledi. Yanında iki koruma eri, garnizonu boydan boya yürüyerek geçti. Subay lojmanlarının açıldığı karlar altındaki geniş meydanda, kavak ağaçlarının altında gürültücü erkek çocukları kartopu oynuyorlardı.
1114 Kenarda Ka'ya ilkokul üçteyken alınan kırmızı siyah yünlü paltoyu hatırlatan bir palto giymiş incecik bir kız, az ötede iri bir kartopunu yuvarlayan iki arkadaşıyla kardan adam yapıyordu. Hava pırıl pırıldı ve güneş yorucu fırtınadan sonra ilk defa etrafı biraz olsun ısıtmaya başlamıştı.
1115 Otelde hemen İpek'i buldu. Mutfaktaydı, üzerinde bir zamanlar Türkiye'deki bütün liseli kızların giydiği bir jile ve önlük vardı. Ka mutlulukla baktı ona, sarılmak istedi ama yalnız değillerdi: Sabahtan beri olup bitenleri özetledi, hem kendileri için, hem de Kadife için işlerin iyi gittiğini anlattı.
1116 Ka odasına çıkar çıkmaz paltosunu asıp, tavana bakarak İpek'i beklemeye başladı. Konuşmaları gereken pek çok şey olduğundan İpek'in hiç naz yapmadan geleceğini çok iyi bilmesine rağmen kısa süre içinde kötümserliğe kaptırdı kendini.
1117 Önce İpek'in babasıyla karşılaştığı için gelemediğini hayal etti; daha sonra gelmek istemediğini korkuyla düşünmeye başladı. Karnından bütün gövdesine zehir gibi yayılan o ağrıyı gene duydu. Başkalarının aşk acısı dediği şey buysa eğer, mutluluk verici hiçbir şey yoktu onda.
1118 Koridordaki ayak seslerini duyunca bunun İpek değil, İpek'in gelemeyeceğini söylemeye gelen biri olduğunu düşündü. Kapıda İpek'i görünce hem mutlulukla hem de düşmanca baktı ona. Tam on iki dakika beklemişti ve beklemekten yorgundu, İpek'in makyaj yaptığını, ruj sürdüğünü mutlulukla gördü.
1119 Ka daha sonraki yıllarda aşk acısıyla kıvranırken İpek'in bu soruyu soruşundaki yumuşaklığı ve tatlılığı binlerce defa hatırlayacaktı. Aklındaki bütün endişeleri, terk edilme korkusunu, gözünün önünden geçirdiği en korkunç sahneleri İpek'e tek tek anlattı.
1120 Bütün gücüyle Ka'ya sarıldı ve Ka'ya inanılmaz gelen bir rahatlıkla seviştiler. Ka ona sert davranmaktan, bütün gücüyle ona sarılmaktan ve teninin narin beyazlığından zevk aldı, ama ikisi de sevişmelerinin dün geceki kadar derin ve şiddetli olmadığının farkındaydılar.
1121 İpek aceleyle giyinip kardeşini yollayacağını söyleyip çıktıktan hemen sonra Kadife geldi. Ka iri gözleri açılmış Kadife'nin telaşını yatıştırmak için merak edilecek bir şey olmadığını, Lacivert'e kötü davranılmadığını anlattı.
1122 Lacivert'i anlaşmaya ikna edebilmek için çok dil döktüğünü, onun çok cesur biri olduğuna inandığını söyledi ve daha önceden hazırladığı bir yalanın ayrıntılarını ani bir ilhamla geliştirmeye başladı: Daha zorunun Lacivert'i Kadife'nin bu anlaşmayı kabul ettiğine ikna etmek olduğunu söyledi ilk.
1123 Lacivert'in kendisiyle yapılan anlaşmanın Kadife'ye yapılmış bir saygısızlık olduğunu, ilk Kadife ile konuşulması gerektiğini söylediğini anlattı, ve Kadifecik kaşlarını kaldırırken bu yalana derinlik ve hakikilik verebilmek için Lacivert'in bu sözünün samimi olmadığını düşündüğünü söyledi.
1124 Kadife'den aldığı kâğıdı cebine indirdikten sonra Ka Sunay'ı ikna ederse önlerindeki sorunun serbest bırakılınca Lacivert'in güvenle saklanacağı bir yer bulmak olduğunu söyledi. Lacivert'i saklamak için Kadife yardıma hazır mıydı.
1125 Kadife'nin hemen arkasından Ka paltosunu giyip aşağı indi, askerî araca bindi, iki koruma eri hemen arkasında oturuyordu. Ka tek başına yürürse bir saldırıya uğrayacağını düşünmenin fazla korkaklık olup olmadığını sordu kendine.
1126 Kamyonun şoför yerinden seyrettiği Kars sokakları hiç de korkutucu değildi. Ellerinde fileleri çarşıya çıkmış kadınları gördü; kartopu oynayan çocuklara, kaymamak için birbirlerine tutunarak yürüyen ihtiyarlara bakıp İpek ile Frankfurt'ta sinemada elele tutuşarak film seyredeceklerini hayal etti.
1127 Sunay, darbeci arkadaşı Albay Osman Nuri Çolak ile birlikteydi. Ka onlarla mutluluk hayallerinin verdiği iyimserlikle konuştu: Her şeyi ayarladığını, Kadife'nin oyunda rol almaya ve başını açmaya razı olduğunu, Lacivert'in de bunun karşılığında serbest bırakılmaya can attığını söyledi.
1128 Sunay'ın isteği üzerine Ka, az önce sanat ve siyaset üzerine söylediklerini Funda Eser'e tekrarladı. Gazeteci Funda Eser'in heyecanla karşıladığı bu sözleri gazetesinde yazmak için not almak isteyince Sunay kabaca azarladı onu.
1129 Önce gazetesinde Ka hakkında çıkan yalanları düzeltmesini istedi. Serdar Bey de bir an önce Ka hakkındaki yanlış izlenimini unutkan Kars okuruna unutturacak çok olumlu bir haber hazırlayıp birinci sayfadan yayımlamaya söz verdi.
1130 Serdar Bey gazetesinde haberi istenildiği gibi yazıp, istenildiği boyutta elbette vereceğini söyledi. Ama klasik ve modern tiyatro konusunda bilgisi kıt biriydi. Bu akşam oyunda neler olacağını, yani haberi Sunay Bey'in kendisi şimdi yazdırırsa yarınki birinci sayfanın yanlışsız olacağını söyledi.
1131 Gazetecilik hayatı boyunca pek çok haberi, daha gerçekleşmeden kaleme almayı bildiği için en doğru şekilde verebildiğini kibarca hatırlattı. Gazetenin makineye veriliş saati ihtilal koşulları yüzünden öğleden sonra dörde alındığına göre bu iş için daha dört saat vardı.
1132 Dün Gece Millet Tiyatrosu'ndaki Tarihî Gösteri Sırasında Türbancı Kız Kadife Aydınlanma Ateşiyle Önce Başını Açtı, Sonra da Kötü Adamı Canlandıran Sunay Zaim'e Doğrulttuğu Silahını Ateşledi. TV'deki Canlı Yayından Olayı izleyen Karslılar Dehşet içinde Kaldılar.
1133 Şehrimize üç gün önce gelerek sahneden hayata geçen ihtilalci ve yaratıcı oyunlarıyla bütün Kars'a aydınlanma ışığı ve düzen getiren Sunay Zaim ve tiyatro kumpanyası dün geceki ikinci oyunlarında Karslıları bir kere daha şaşırttı.
1134 Shakespeare'i bile etkilemiş, ama hakkı yenmiş İngiliz yazar Kyd'den uyarladığı bu eserinde Sunay Zaim yirmi yıldır Anadolu'nun unutulmuş kasabalarında, boş sahnelerinde ve çayhanelerinde canlandırmaya çalıştığı aydınlanmacı tiyatro aşkını en sonunda mutlak bu sonuca ulaştırdı.
1135 Sunay böylece Funda Eser'in Kadife ile hemen provalara başlama isteğini fazla ciddiye almadan Lacivert'in serbest bırakılmasının yollarını Ka ile tartışmaya başladı. Bu noktada, Ka'nın notlarından Sunay'ın samimiyetine bir ölçüde inandığını çıkarıyorum.
1136 Ama bugün bu ayrıntıların hikayemizin sonucunda çok önemli bir etkisi olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden Lacivert'in serbest bırakılması planının uygulamadaki ayrıntılarına uzun uzun girmeyeceğim. Sunay ile Ka bu işin Sunay'ın Sivas'lı emireri ile Fazıl arasında halledilmesine karar verdiler.
1137 Adresini istihbaratçılardan aldıktan on dakika sonra Sunay'ın yolladığı askeri kamyon Fazıl'ı getirdi. Biraz korkuyor gibi gözüken ve bu sefer Necip'i hatırlatmayan Fazıl, Sunay'ın emireriyle birlikte merkez garnizonuna giderken peşlerindeki hafiyelerden kurtulmak için terzihanenin arka kapısından çıktı.
1138 Bütün bu işin ayarlanıp yapılması bir buçuk saat sürmüştü. Saat üç buçuk civarında iğde ve kestane ağaçlarının gölgeleri belirsizleşir, boş Kars sokaklarına akşamın ilk karanlığı hayaletler gibi çökerken Fazıl Kadife 'ye Lacivert 'in güvenli bir yerde saklandığı haberini getirdi.
1139 Otelin arkaya açılan mutfak kapısında Kadife'ye uzaydan gelmiş birine bakar gibi bakıyordu, ama Kadife tıpkı Necip'i fark etmediği gibi onu da fark etmedi. Kadife bir an sevinçle irkildi ve odasına koştu. Bu sırada İpek bir sattir yukarıda Ka'nın odasındaydı ve dışarı çıkıyordu.
1140 Daha sonra meteoroloji kayıtlarından bu sıralarda havanın belirgin bir şekilde yumuşadığını öğrendim. Güneş bütün gün boyunca saçaklardan, dallardan sarkan buzları gevşetmiş, havanın kararmasından çok daha önce şehirde bu gece yolların açılacağı, tiyatrocu ihtilalinin sona ereceği söylentileri yayılmıştı.
1141 Funda Eser'in Karpalas Oteli'ne girer girmez bütün dünyayı kendi evi bilmiş bir hanımefendi edasıyla doğrudan iki kızkardeşin odasına çıkmasını, çın çın sesiyle çabucak senlibenli bir kadın muhabbeti tutturmasını onun sahne dışında daha da gelişen oyun yeteneğiyle açıklayabiliyorum.
1142 Hiç de gitmek istemediği halde neden gideceğini söylemişti? Hocanın cevabını bilmediği sorusuna parmak kaldırdığı, asıl almak istediği kazağı değil, aynı paraya bile bile daha kötüsünü aldığı çok olmuştu hayatında. Meraktan belki, mutluluk korkusundan belki.
1143 Bu da at arabasında gizlendiği yerde Ka'yı kaderine boyun eymiş biri gibi düşünmemizin yerinde olacağını gösteriyor. Orada olmaktan pişmandı ve kendine ve dünyaya kızgındı. Üşüyor, hasta olmaktan korkuyor ve Lacivert'ten iyi hiçbir şey beklemiyordu.
1144 Lacivert'in bakışında bir doymamışlık, bir tatminsizlik gördü. Sabah idamlık mahkûm gibi hücredeyken daha huzurluydu. Şimdiyse hayatını kurtarmıştı, ama bu hayatın geri kalanında öfkelenmekten başka hiçbir şey yapamayacağını bilmenin peşin mutsuzluğu vardı üzerinde.
1145 Bu son neden, yirmi sene önce daha fazla memnun ederdi Ka'yı, şimdiyse modası geçtiğinden durumunun biraz aptalca olduğunu seziyordu. Burnundan sızan kan da dudağının kenarındaki tuzlu tadıyla çocukluğunu hatırlatıyordu. Burnu en son ne zaman kanamıştı.
1146 Mahmut Amca, ötekiler, kendisini odanın bu yarı karanlık köşesinde unutup televizyonun başında toplanırlarken Ka çocukluğunda burnunun üzerine kapanan pencereleri, çarpan futbol toplarını, askerde bir itiş kakış esnasında burnuna inen bir yumruğu hatırladı.
1147 Hava kararırken Z.Demirkol ve arkadaşları televizyonun çevresinde toplanmış Marianna'yı izliyorlardı ve Ka orada burnunda kan, dövülmüş, aşağılanmış, bir çocuk gibi unutulmuş olmaktan memnundu. Bir ara üzerini ararlar da Lacıvert'in notunu bulurlar diye telaşlandı.
1148 Bir reklam arasında Z.Demirkol sandalyesinden kalktı, masanın üzerinden manyetoyu aldı, Ka'ya gösterdi ve ne işe yaradığını bilip bilmediğini sordu, cevap alamayınca söyledi ve çocuğunu sopayla korkutan bir baba gibi sustu biraz.
1149 Otele girmeden hemen önce karşılaştığı iki koruyucu eri her şeyin yolunda olduğunu söyleyerek yatıştırdı. Kimselere görünmemeye çalışarak odasına çıktı. Kendini yatağa atar atmaz hıçkırarak ağlamaya başladı. Çok uzun bir süre ağladıktan sonra kendiliğinden sustu.
1150 Şehrin seslerini dinleyerek yattığı ve çocukluğun bitip tükenmeyen bekleyişleri kadar uzun gelen biriki dakika sonra kapı vuruldu; İpek'ti. Kâtip çocuktan Ka'da bir tuhaflık olduğunu öğrenmiş, hemen gelmişti. Bunu söylerken yaktığı lambanın ışığında Ka'nın suratını görünce korkup sustu.
1151 İpek'in saçlarını okşayan eli daha da ağlattı onu. Bir kayıp duygusuyla birlikte zaten hiçbir zaman mutlu olamayacağına karar verenlerin rahatlığı da vardı içinde, İpek yatağa uzanıp ona sarıldı. Bir süre birlikte ağladılar ve bu onları birbirlerine daha da bağladı.
1152 İpek odanın karanlığında Ka'nın sorularıyla birlikte hikâyesini anlattı. Her şeyin Muhtar'ın kabahati olduğunu söyledi: Lacivert'i Kars'a çağırıp evinde ağırlamakla kalmamış, karısının ne harika bir yaratık olduğunu hayran olduğu siyasal İslamcı onaylasın istemişti.
1153 Üstelik o sıralarda Muhtar İpek'e çok kötü davranır, çocukları olmadığı için onu suçlardı. Ka'nın da bildiği gibi, ağzı laf yapan Lacivert'te mutsuz bir kadını oyalayacak, başını döndürecek pek çok şey vardı, ilişkileri başladıktan sonra İpek kötü duruma düşmemek için çok uğraşmıştı.
1154 Önce, çok sevgi duyduğu ve üzülmesini hiç istemediği Muhtar durumu fark etmesin diye. Sonra, gittikçe alevlenen aşkından kurtulmak için. İlk başlarda, Lacivert'i çekici yapan şey Muhtar'a olan üstünlüğüydü, hiç bilmediği siyasi konularda Muhtar abuk subuk konuşmaya başlayınca İpek utanırdı ondan.
1155 Lacivert'in yokluğunda da durmadan onu över; Kars'a daha sık gelmesi gerektiğini söyler, ona daha iyi ve daha candan davranması için İpek'i azarlardı. Kadife ile ayrı eve çıktıktan sonra da Muhtar durumu fark etmemişti; eğer Z.
1156 Oysa cingöz Kadife her şeyi daha Kars'a geldiği ilk günden anlamış, sırf Lacivert'e yakın olabilmek için de türbancı kızlara yanaşmıştı, İpek, Kadife'nin ta çocukluğundan beri çok iyi tanıdığı hırsı yüzünden Lacivert'e ilgi duyduğunu sezmişti.
1157 İpek de ona daha sıkı bir şekilde sarıldı ve birlikte ağladılar. Daha sonra Ka sarılarak ağlamanın, yenilgi ile yeni bir hayat arasındaki bu kararsızlık bölgesinde birlikte gezinmenin insana acı kadar zevk de verdiğini o sırada belki İpek'in de hayatında ilk defa keşfettiğini yazacaktı.
1158 Birbirlerine sarılarak ağlayabildikleri için ona daha da âşık olmuştu. Ka bir yandan bütün gücüyle İpek'e sarılıp ağlarken, bir yandan da aklının bir köşesiyle, bundan sonra yapması gereken şeyi bulmaya çalışıyor, içgüdüyle otelin içinden ve sokaktan gelen seslere dikkat ediyordu.
1159 Saat altıya geliyordu: Serhat Şehir Gazetesi'nin yarınki sayısının basılması tamamlanmış, Sarıkamış yolunda kar makineleri yolu açmak için öfkeyle çalışmaya koyulmuş, Funda Eser'in tatlılıkla askerî kamyona bindirip Millet Tiyatrosu'na götürdüğü Kadife orada Sunay ile provalara başlamıştı.
1160 Lacivert'in Kadife'ye bir mesajı olduğunu Ka İpek'e yarım saat sonra söyleyebildi ancak. Bu süre boyunca birbirlerine sarılarak ağlamışlar ve Ka'nın başlattığı bir sevişme denemesi korkular, kararsızlıklar ve kıskançlık nöbetleri arasında yanda kalmıştı.
1161 Ka bir ara ağlamayı kesti ve birlikte Frankfurt'a gidebilecekleri ne artık inanmadığını söyledi. Odada arada bir Ka'nın hıçkırıklarıyla kesilen uzun, tuhaf bir sessizlik oldu. Ka yatağına yattı, pencereye sırtını dönüp bir çocuk gibi iki büklüm kıvrıldı.
1162 Ka bir an bunun umutsuzluğun mu, yoksa geçmişin unutulacağına duyulan bir güvenin mi işareti olduğunu çıkaramadı. İpek'in gitmekte olduğunu sandı. Kars'tan Frankfurt'a İpek'siz dönerse eski mutsuz günlük hayatına bile başlayamayacağını çok iyi biliyordu.
1163 Ka kadının uzun güzel sırtına, ensesinde saçların seyreldiği o hassas yere ve az aşağıda omuriliğin izine, poz vermek için ellerini saçlarının üzerinde birleştirince omuzlarında beliren gamzelere içini coşkuyla dolduran bir heyecan ve kıskançlıkla baktı.
1164 Elini Ka'nın nemli ve sıcak elinin üzerine koydu. Ka İpek'in büfenin aynasında yansıyan güzelliğine, askılı kadife elbise içerisinde sırtının olağanüstü çekiciliğine, iri gözlerinin kendi gözlerine bu kadar yakın olmasına inanamadan bekliyordu.
1165 Ka Millet Tiyatrosu'na yürürken sokaklar boşalmış, bir iki lokanta dışında bütün kepenkler indirilmişti. Çayhanelerin son müşterileri sigara ve çayla geçirdikleri uzun günün sonunda yerlerinden kalkarlarken televizyondan gözlerini hâlâ alamıyorlardı.
1166 Millet Tiyatrosu'nun önünde ışıkları yanıp sönen üç polis aracını ve yokuşun aşağılarındaki iğde ağaçlarının altında bir tankın gölgesini gördü Ka. Akşam ayazı bastırmıştı, saçaklardan sarkan buzların ucundan kaldırımlara sular akıyordu.
1167 Sunay Kadife'yi yollayacağını söyleyerek gitti ve sahnedeki provaya katıldı. Aynı anda sahne ışıkları yandı. Ka sahnedeki üç kişi arasında yoğun bir çekim olduğunu hissetti. Kadife'nin başında örtüyle bu dışa dönük dünyanın mahremiyetine hızla girivermesi Ka'yı korkuttu.
1168 Başı açık olsa, örtülü kızların giydiği o berbat pardesülerden birini giymeyip ablasınınki gibi uzun bacaklarına birazını sergileyen bir etek giyse Kadife'ye daha çok yakınlık duyacağını hissetti, ama Kadife sahneden inip yanına oturunca bir an Lacivert'in niye İpek'i bırakıp ona âşık olduğunu da sezdi.
1169 İpek'le Frankfurt'ta geçireceği yılların tabii eğer onunla Frankfurt'a gitmeyi başarırsa bu ezici, kahredici acıyla damgalanacağını hissederek bir sigara içti. Aklı karmakarışıktı, iki gün önce Necip ile buluştukları tuvalete gitti, aynı küçük bölmeye girdi.
1170 Dışarıda yeni bir şiirin gelmekte olduğuna inanamadı ilk. Bir teselli ve umut olarak gördüğü şiiri heyecanla yeşil defterine geçirdi. Aynı kahredici duygunun hâla bütün gücüyle içine yayıldığını anlayınca telaşla Millet Tiyatrosu'ndan çıktı.
1171 Karlı kaldırımlarda yürürken soğuk havanın kendisine iyi geleceğini düşündü bir an. İki koruma eri yanındaydı ve aklı daha da karışıktı. Bu noktada hikâyemizin daha iyi anlaşılabilmesi için bu bölümü bitirip bir yenisine başlamalıyım.
1172 Kitabını bitirdikten sonra Ka, bir deftere el yazısıyla yazdığı şiirleri daktilo edip çoğaltmadan önce, bundan önceki kitaplarında da yaptığı gibi bir okuma turuna çıkmıştı. Kassel, Braunschweig, Hannover, Osnabrück, Bremen, Hamburg.
1173 Toplantıya katılanların büyük çoğunluğu Ka'nın şiir gecesine gelmemiş olurdu, gelenlerin ise siyasi sorular sormak için veya rastlantıyla geldiklerini, şiirlerini değil üzerinden hiç çıkarmadığı kül rengi paltosunu, soluk tenini, dağınık saçlarını, sinirli hareketlerini hatırlamalarından anlardım.
1174 Kısa bir süre içinde arkadaşımın en ilgi çeken yanı, hayatı ve şiirleri değil, ölümü olmuştu. Onu İslamcıların, Türk gizli servislerinin, Ermenilerin, Alman dazlaklarının. Kürtlerin veya Türk milliyetçilerinin öldürdüğüne dair pek çok kuram dinledim.
1175 İpek'i o akşam belediye başkanının benim için verdiği yemekte ilk gördüğümde duyduğum başdönmesinin rakıdan kaynaklandığına, ipin ucunu kaçırıp ona âşık olma ihtimalimin bir anda Ka'ya o gece hissetmeye başladığım kıskançlığın da gereksiz olduğuna gönül rahatlığıyla inanabilmeyi ne çok isterdim.
1176 Ka'nın anlattığından çok daha az şiirsel olan sulu bir kar, gece yarısı Karpalas Oteli'ndeki penceremin önünden çamurlu kaldırımlara yağarken arkadaşımın tuttuğu notlardan İpek'in bu kadar güzel olduğunu neden çıkaramadığımı kendime kimbilir kaç kere sordum.
1177 Ama bunun için hem aklınızı çelen kadından, hem de sizi o aşka kışkırtan üçüncü kişinin hayaletinden kurtulmanız gerekir. Oysa ben İpek ile ertesi gün öğleden sonra Yeni Hayat Pastanesi'nde Ka'dan söz etmek için çoktan sözleşmiştim.
1178 Gittikten yarım saat sonra Ka hâlâ dönmeyince İpek bir sigara yaktı. Her şeyin yolunda gideceğine kendini inandırdığı için budala gibi hissediyordu kendini: Bir odaya kilitlenmiş olmak bu duyguyu arttırıyor, kendine ve Ka'ya içerliyordu.
1179 Resepsiyona bakan Cavit'in otelden çıkıp bir yere doğru koştuğunu görünce bir an pencereyi açıp ona seslenmek istedi, ama kararını verene kadar delikanlı koşup gitti, İpek, Ka'nın her an geri gelebileceğini düşünerek oyaladı kendini.
1180 Bir dakika sonra babası yedek anahtarla kapıyı açtı. İpek, Turgut Bey'e kendisinin de Ka ile birlikte Millet Tıyatrosu'na gitmek istediğini, ama Ka'nın onu tehlikeye atmamak için odasına kilitlediğini, şehirdeki telefonlar kesildiği için oteldekilerin de çalışmadığını sandığını söyledi.
1181 Bütün telaşına rağmen Turgut Bey'in otelden çıkması vakit aldı. Önce eldivenlerini bulamadı, sonra da kravat takmazsa bunun Sunay tarafından yanlış anlaşılabileceğini söyledi. Yolda hem gücü yetmediği, hem de öğütlerini daha dikkatli dinlemesi için İpek'e yavaş yürümesini söylüyordu.
1182 Turgut Bey tiyatronun kapısında meraklıların, otobüslerle getirilen öğrencilerin, uzun zamandır bu tür kalabalığa hasret kalmış satıcıların ve polislerle askerlerin oluşturduğu kalabalığı görünce gençliğinde bu tür siyasal toplantılarda duyduğu heyecanı hatırladı.
1183 Salon henüz tam dolmamıştı ama bütün tiyatronun az sonra anababa günü olacağını, tanıdık herkesin kalabalık bir rüyadaki gibi orada olduğunu hissetti İpek. Kadife ile Ka'yı göremeyince huzursuz olmuştu. Bir yüzbaşı onları kenara çekti.
1184 İpek Ka'yı sordu. Kadife onun kendisiyle konuştuktan sonra otele döndüğünü söyledi, İpek yolda rastlaşmadıklarını söyledi, ama bu konunun üzerinde durulmadı. Turgut Bey yaşlı gözlerle sahneye çıkmaması için Kadife'ye yalvarmaya başlamıştı çünkü.
1185 Ta ayaklarına kadar bir çarşaf gibi inen eski yağmurluğunun eteklerini Kadife iki dans hareketiyle havalandırdı. Bunun kapı aralığından kızlarını seyreden Turgut Bey'i gülümsettiğini görünce iki kızkardeş birbirlerine sarılıp öpüştüler.
1186 Turgut Bey doğrudan televizyonun başına geçip artık sürekli canlı yayımlanacağı duyurulan oyunu beklerken İpek Almanya'ya götüreceği bavulunu hazırladı. Ka'nın nerede olduğunu düşüneceğine Almanya'da nasıl mutlu olacaklarını hayal etmeye çalışarak dolabından eşyalar, elbiseler seçiyordu.
1187 Canım. Kadife'yi ikna edemedim. Askerler beni korumak için buraya istasyona getirdiler. Erzurum yolu açılmış, beni dokuz buçuktaki ilk trenle buradan zorla uzaklaştırıyorlar. Senin de, benim çantamı yapıp, kendi bavulunu alıp gelmen lazım.
1188 İpek'in gözyaşları dindikten sonra babasıyla birlikte odasına gitmişler ve birlikte bavuluna konacak şeyleri son bir kere daha gözden geçirmişler, sonra Ka'nın odasına girip bütün eşyalarını vişne rengi büyük el çantasına doldurmuşlardı.
1189 İpek ekrandaki Sunay'a bir süre boş boş baktı. Yerinde duramayıp içeri koştu, terliklerini ve pencerenin içinde duran fermuarlı küçük dikiş çantasını da bavulunun içine attıktan sonra birkaç dakika yatağının kenarına oturup ağladı.
1190 Daha sonra bana anlattığına göre, geri döndüğünde artık Ka ile Kars'ı terk etme kararını kesinlikle vermişti. Şüphenin ve kararsızlıkların zehirini içinden attığı için içi rahattı ve şehirdeki son dakikalarını sevgili babacığı ile televizyon seyrederek geçirmek istiyordu.
1191 İpek mutfak kapısında gördüğü Fazıl'ın suratını hiçbir zaman unutamayacağını söyledi bana. Bakışları hem bir felaket olduğunu söylüyor, hem de İpek'in daha önceden hiç hissetmediği bir şeyi, Fazıl'ın kendisini aileden biri, çok yakın bir kişi olarak gördüğünü anlatıyordu.
1192 İpek hiç kıpırdamadan seyrederken Fazıl biraz ağladı, içinden gelen bir sese uyarak oraya gittiğini, Lacivert'in Hande ile saklandığını, bir ihbar üzerine baskın düzenlendiğini bir takım askerin katılmasından anladığını söyledi.
1193 Bir ihbar olmasa askerler bu kadar kalabalık gitmezlerdi. Hayır, kendisini izlemiş olamazlardı, çünkü Fazıl oraya vardığında her şey çoktan olup bitmişti. Fazıl çevre evlerden gelen çocuklarla birlikte askeri projektörlerin ışığında Lacivert'in cesedini de gördüğünü söyledi.
1194 Sunay, Thomas Kyd'ın İspanyol Trajedisi adlı oyunundan ilhamla ve başka pek çok etkiyle yazıp sahnelediği şeyin adını da son anda Kars'ta Trajedi'ye çevirmiş, bu yeni adı televizyonda sürekli yapılan duyuruların ancak son yarım saatine yetiştirmişti.
1195 Bu perdede Sunay'ın geliştirmek için yıllarını verdiği şakalardan, eğlenceli sahnelerden hâlâ birşeyler vardı: Funda Eser kendi yaptığıyla alay eder bir havayla biraz göbek bile attı. Ama oyunun havası iyice ağırlaşmış, tiyatroya bir sessizlik çökmüştü.
1196 İkinci perde sona erdiğinde Turgut Bey ile İpek kulise çıkıp Kadife'yi buldular. Bir zamanlar Moskova'dan, Petersburg'dan gelen cambazların, Moliere oynayan Ermeni oyuncuların, Rusya turnesine çıkmış dansözlerle müzisyenlerinin hazırlandığı geniş oda şimdi buz gibiydi.
1197 Şimdi şiddetle ağlayan Kadife için endişeleniyordu daha çok. Kızkardeşinin kendisinden derin, yıkıcı bir acı çektiğini görüyordu. Onun durumunda olmadığı için bir şükran duygusu ya da intikam tadı geçti içinden ve hemen utandı.
1198 İpek, Kadife'nin hareketlerine Funda Eser'in yapmacıklı havasından birşeylerin şimdiden bulaşmış olduğunu hissetti. Bir yandan da onun toparlanmak için gösterdiği çabaya hayran oluyordu. Kadife kendini zorlayarak ayağa kalktı; bir bardak su içti, geniş kulis odasında aşağı yukarı bir hayalet gibi yürüdü.
1199 Bütün Kars uzun bir süre hayranlıkla Kadife'nin uzun, kumral, güzel saçlarını seyretti. Kameraman bütün cesaretini toplayıp ilk defa objektifini Kadife'ye odaklayarak yaklaştı. Kadife'nin yüzünde kalabalık içinde elbisesi açılmış bir kadının utancı belirdi.
1200 Seyirci Sunay'dan uzun bir ölüm monologu bekliyordu ki Kadife tabancayı iyice yaklaştırarak dört el daha ateş etti. Her seferinde Sunay'ın gövdesi bir an titreyip yükseldi ve, sanki daha da ağırlaşmış olarak yere düştü. Bu dört el çok hızlı atıldı.
1201 Gözlerinin içindeki Necip'i gördüm. Bana göstermek istediği bilimkurgu romanına bakmaya hazır olduğumu söyledim: Yazdıklarına bakıp bakamayacağımı sormuş, ama yazdığı şeyi bana veremeyeceğini, okurken yanımda olmak istediğini belirtmişti.
1202 Serhat Kars Televizyonu'nda akşamüstü buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. Fazıl koşa koşa Aydın Foto Sarayı'nın dükkânına giderken arkasından baktım, içindeki Necip'i ne kadar görüyordum? Ka'ya dediği gibi Necip'i hâlâ içinde hissediyor muydu.
1203 İpek'i görmeden önce Ka'nın ona âşık olduğunu anladığı ânın ayrıntılarını dinlemek bana iyi gelmedi. Yeni Hayat Pastanesi'ndeki buluşmamıza gitmeden önce üzerimdeki gerginliği alsın, beni bir aşka sürüklenme korkusundan kurtarsın diye Yeşilyurt Birahanesi'ne girip bir rakı içtim.
1204 Ama pastanede İpek'in karşısına oturur oturmaz tedbirlerimin beni daha da korumasız bıraktığını anladım hemen. Aç karnına içtiğim rakı beni rahatlatmaktan çok kafamı karıştırmıştı. Kocaman gözleri, sevdiğim gibi uzunca bir yüzü vardı.
1205 Dünden beri sürekli hayal ettiğimden de derin bulduğum güzelliğini anlamaya çalışırken, aklımı başımdan alan şeyin onun Ka ile yaşadığı ve bütün ayrıntılarını bildiğim aşk olduğuna bir daha umutsuzca inandırmak istedim kendimi.
1206 Ama bu da bana başka bir zayıf yanımı, Ka'nın içinden geldiği gibi, kendi olarak yaşayabilen gerçek bir şair olmasına karşılık, benim her sabah, her gece belirli saatlerde bir katip gibi çalışan daha basit ruhlu bir romancı olduğumu acıyla hatırlatıyordu.
1207 Şaşırtıcı bir açıklıkla, hiçbir şeyi saklamadan, mahremiyetini ortaya döktüğü için zorlanarak ve beni hayran bırakan bir dürüstlükle Ka'nın Kars'tan ayrılmadan önceki son saatlerini dakika dakika yaşadığı ve tahmin ettiği gibi anlattı.
1208 Öteki kasedi seyrederken Vatan Yahut Türban'daki pek çok sahneciğin, taklidin, kaleci Vural'ın maceralarının, sevimli Funda Eser'in göbek danslarının, tiyatro grubunun her oyunda tekrarladığı eğlencelikler olduğunu anladım ilk.
1209 Gazi Ahmet Muhtar Caddesi'nde kar altında yürürken kömür renkli bir köpeğin alnındaki yusyuvarlak beyaz bir lekeyi görüp bunun Ka'nın hakkında şiir yazdığı köpek olduğunu anlayınca bir bakkaldan ekmek ve lop yumurta alıp çabucak soyup ucu kıvrık kuyruğunu mutlulukla sallayan hayvana verdim.
1210 Yatağımın kenarında oturan Fazıl mektupları okurken bavuldan Ka'nın defterlerinden birini çıkardım ve Frankfurt'ta ilk defa gördüğüm kar yıldızına bir daha baktım. Böylece aklımın bir köşesiyle çoktan bildiğim şeyi bir de gözlerimle gördüm.
1211 Pencereden dışarıya, yağan kara baktım ve Fazıl'a artık yemeğe gitmemiz gerektiğini söyledim. Önce Fazıl bir suç işlemiş gibi süklüm püklüm gitti. Yatağa uzanıp dört yıl önce Ka'nın Millet Tiyatrosu kapısından yatakhaneye yürürken neler düşündüğünü, Z.
1212 Aşağıda Turgut Bey'in davetinde İpek'in güzelliği beni daha da perişan etti. Telefon idaresinin kitap ve hatıra okumaya meraklı kültürlü müdürü Recai Bey'in, gazeteci Serdar Bey'in, Turgut Bey'in, herkesin bana çok iyi davrandığı ve benim aşırı sarhoş olduğum bu uzun geceyi kısaca geçiştirmek istiyorum.
1213 Resepsiyondan anahtarı aldı. Peşinden yukarı çıktım. Açılan oda. Perdeler, pencere, kar. Uyku, sabun ve hafif bir toz kokusu. Soğuk, İpek kuşku ve iyimserlikle beni süzerken arkadaşımın hayatının en mutlu saatlerini onunla sevişerek geçirdiği yatağın kenarına oturdum.
1214 Sabah kimseciklere gözükmeden sokaklara çıkıp önce Muhtar'la sonra gazeteci Serdar Bey ve Fazıl'la bütün gün Kars'ı gezdim. Akşam haberlerinde televizyonda gözükmüş olmam Karslıları biraz olsun rahatlattığından hikâyemin sonu için gerekli pek çok ayrıntıyı kolayca topluyordum.
1215 Akşam ilerlemişti, kimseye görünmeden otelden çıkmak için tren saatinden çok önce kar altında yapayalnız ve mutsuz bir yolcu gibi ağır ağır yürüyerek odama döndüm, bavulumu yaptım. Mutfak kapısından çıkarken Zahide'nin hâlâ her akşam çorba verdiği hafiye Saffet ile tanıştım.
1216 Uzun bir süre sustuk. Belki bir bildiği vardır diye çekinerek ona Lacivert'i sordum ve tıpkı benim Ka için gelmem gibi, bir yıl önce birilerinin İstanbul'dan onu sormaya Kars'a geldiğini öğrendim! Saffet, devlet düşmanı bu genç İslamcıların Lacivert'in mezarını bulmak için çok uğraştıklarını anlattı.
1217 Havada asılı gibi duran kar tanelerinin arasından hiç konuşmadan istasyona kadar yürüdük. Kara Kitap'ta sözünü ettiğim erken cumhuriyet yapısı, taştan güzelim istasyon binası yıkılmış, yerine çirkin ve beton bir şey yapılmıştı.
1218 Muhtar'ı ve kömür renkli köpeği bizi beklerken bulduk. Trenin kalkmasına on dakika kala gazeteci Serdar Bey de geldi ve Serhat Şehir Gazetesi'nin Ka'nın haber olduğu eski sayılarını verip benden kitabımda Kars'tan ve dertlerinden, şehri ve insanlarını kötülemeden bahsetmemi rica etti.
1219 Onun hediyesini çıkardığını gören Muhtar da plastik bir torba içinde bir şişe kolonya, bir küçük teker Kars kaşarı ve kendi parasıyla Erzurum'da bastırdığı ilk şiir kitabının imzalı bir nüshasını suç işler gibi elime tutuşturdu.
1220 Sevgili arkadaşımın şiirinde anlattığı kömür renkli köpekçiğe bir sandviç, kendime bir bilet aldım. Kıvrık kuyruğunu dostlukla sallayan köpeği beslerken Turgut Bey ile Kadife koşarak geldiler. Benim gittiğimi son anda Zahide'den öğrenmişler.
1221 Ellerim hediye paketleriyle dolu, hareket eden vagona zorlukla bindim. Hepsi peronda durmuş bana el sallıyordu, ben de pencereden sarkıp onlara el salladım. Kömür renkli köpeğin, pembemsi koca dili dışarıda, neşeyle hemen yanımda peron boyunca koştuğunu son anda gördüm.
1222 Oturdum, kar taneleri arasından gözüken kenar mahallelerdeki son evlerin turuncumsu ışıklarına, televizyon seyredilen kırık dökük odalara, karla kaplı damlardaki düşük bacalardan tüten ince, titrek ve narin dumanlara bakıp ağlamaya başladım.
1223 O budalayı öldürmeden az önce bile, herhangi birinin canını alacağını bana söylense inanmazdım. Bu yüzden yapmış olduğum şey bazen ufukta kaybolan yabancı bir kalyon gibi benden gittikçe uzaklaşıyor. Bazen hiçbir cinayet işlememişim gibi de hissediyorum.
1224 Zavallı Zarif kardeşimi hiç de istemeden gebertmemin üzerinden dört gün geçti, ve şimdiden duruma biraz alıştım. Önüme çıkı veren berbat meseleyi adam öldürmeden çözebilmeyi çok isterdim, ama hemen de anladım başka bir yol olmadığını.
1225 Çocuğunu ilk gördüğümde, yıllardır Şeküre'nin yüzünün nesini yanlış hatırladığımı hemen anladım. Orhan'ın yüzü gibi Şeküre'ninki de inceydi, çenesi de hatırladığımdan daha uzundu. Bu yüzden sevgilimin ağzı, tabii ki yıllar boyunca düşündüğümden daha küçük ve dar olmalıydı.
1226 Kara'ya verdiğim mektupta neler yazdığım hepinizin merak ettiğini biliyorum. Bu bende de bir merak olduğu için hepsini öğrendim. İstiyorsanız hikâyenizin sayfalarını geri geri çeviriyormuş gibi yapın da bakın ben ona o mektubu vermeden daha önce neler oldu, bir anlatayım.
1227 Kara, beyaz atının üzerinde, tam karşımdan geçerken ben niye! orada penceredeydim? Tam o anda, bir sezgiyle niye kepengi açmıştım da karlı nar dallarının arasından onu görünce öyle uzun uzun bakmıştım? Bunları size tam söyleyemem.
1228 Ben bir ağacım, çok yalnızım. Yağmur yağdıkça ağlıyorum. Allah rızası için kulak verin şu anlatacaklarıma. Kahvelerinizi için, uykunuz kaçsın, gözleriniz açılsın, bana cin gibi bakın da size niye bu kadar yalnız olduğumu anlatayım.
1229 Üstat meddahın arkasında bir ağaç resmi olsun diye aharsız kaba kâğıda alelacele resmedildiğimi söylüyorlardır. Doğru. Şimdi yanımda ne başka narin ağaçlar, ne yedi yapraklı bozkır otları, ne kimi zaman Şeytan'a ve insana benzeyen lüle lüle karanlık kayalar, ne de gökte kıvrım kıvrım Çin bulutları var.
1230 Nakşı göz zevki ve imanı için değil de parası ve namı için yapan soysuzlar çoğaldıkça, dedim, üslup ve imza merakı gibi daha pek çok çirkinlik ve tamahkârlık göreceğiz demektir. İnanarak değil, usûldendir diye yapıyordum bu girişi: Çünkü hakiki yetenek ve hüner, altın ve ün sevgisiyle bile bozulmaz.
1231 Doğu memleketlerinin birinde nakışsever mutlu ve yaşlı bir padişah varmış, yeni evlendiği güzeller güzeli Çinli karısıyla çok mutlu yaşarmış. Derken padişahın önceki karısından yakışıklı oğluyla genç karısının gönülleri birbirine kaymış.
1232 Babasına ihanetten ödü kopan oğul, yasak aşkından utanıp kendini nakkaşhaneye kapatıp resme vermiş. Aşkının kederi ve gücüyle resmettiği için resimlerinin her biri o kadar güzel olurmuş ki, bakanlar eski üstatlarınkinden ayıramazlar, padişah baba da oğluyla çok gururlanırmış.
1233 Öğle namazı vaktiydi. Kapı vuruldu, baktım tâ çocukluğumuzda Kara. Sarıldık birbirimize. Üşümüş, içeri aldım, evin yolunu nasıl bulduğunu bile sormadım. Eniştesi onu bana, Zarif Efendi neden kayıp, nerede, ağzımı aramak için yollamıştır.
1234 Herkesin bildiği gibi eskiden bizim âlemimizin nakkaşları, mesela eski Arap ustaları da dünyaya Frenk kâfirinin bugün baktığı gibi bakar ve sokaktaki serseriyle itin, dükkândaki tezgâhtarla kerevizlerin durduğu yerden seyredip resmederlerdi her şeyi.
1235 Bugün Frenk üstatlarının mağrurca övündüğü perspektif usûlünden de habersiz oldukları için, bu onların âlemini itin ve kerevizin görebileceği kadar sınırlı ve sıkıcı yapardı. Sonra bir şey oldu ve bütün nakış âlemimiz değişiverdi.
1236 İstanbul'da nakkaş Uzun Mehmet, Acem ülkesinde Muhammed, Horasani diye bilinen nakkaşın hikâyesi çoğunlukla nakkaşlar arasında uzun ömür ve körlüğe misal olsun diye anlatılır, ama aslında nakış ve zaman konusunda bir meseldir.
1237 Öğle namazından sonraydı; acele acele ama keyifle tatlı oğlan yüzleri çiziyordum ki kapı vuruldu. Elim titredi heyecanla, kalemimi bıraktım. Kucağımdaki iş tahtasını zar zor dikkatle kenara koydum ve uçar gibi koştum ve kapıyı açmadan önce bir dua ettim: Allah'ım.
1238 Nakıştan önce bir karanlık vardı ve nakıştan sonra da bir karanlık olacak. Boyalarımızla, hünerimiz ve aşkımızla Allah'ın bize görün, dediğini hatırlarız. Hatırlamak gördüğünü bilmektir. Bilmek, gördüğünü hatırlamaktır. Görmek, hatırlamadan bilmektir.
1239 Demek ki nakşetmek karanlığı hatırlamaktır. Büyük üstatların resim aşkı, renklerin ve görmenin karanlıktan yapıldığını bilip, Allah'ın karanlığına renklerle dönmeyi ister. Hafızası olmayan ne Allah'ı hatırlar, ne de onun karanlığını.
1240 Cennetmekân Kanuni Sultan Süleyman Han hattatlara daha çok kıymet verdiği için, zamanın bahtsız nakkaşları, şu anlatacağım hikâyeyi nakşın hattan daha önemli olduğuna misal olsun diye söylerlermiş, ama dikkatle her dinleyenin farkedeceği gibi, bu kıssa körlük ve hafıza üzerinedir.
1241 Nakkaş soyunun haklı ve ezeli korkusu körlük endişesi yüzünden bir dönem Arap nakkaşların gün doğarken batıya, ufka uzun uzun baktıkları, bir asır sonra Şiraz'da çoğu nakkaşın sabahları aç karnına ceviz içiyle dövülmüş gül yaprağı ezmesi yediklerini bilinir.
1242 Aşk mı insanı budala yapıyor, yoksa yalnızca budalalar mı âşık oluyor? Yıllardır bohçacılık, çöpçatanlık yapıyorum, bunun cevabını bilemiyorum. Birbirlerine tutuldukça daha zekileşen, daha bir kurnaz olup akıllıca dolaplar çeviren bir çifti, hele bir erkeği tanımak isterdim çok.
1243 Bildiğim; kurnazlıklara, küçük tuzaklara, hilelere başvuruyorsa, bir erkeğin hiç mi hiç âşık olmadığıdır. Kara Efendimiz ise daha şimdiden soğukkanlılığını kaybettiğini, benimle Şeküre'den bahsederken bile bütün ölçüleri kaçırdığını gösteriyor.
1244 Pazar yerinde ona Şeküre'nin sürekli onu düşündüğünü, onun cevabını sorduğunu, onu hiç böyle görmediğimi ve bunun gibi, herkese söylediğim nakaratı ezberden söyledim. Öyle bir bakıyordu ki bana, acıdım ona. Bana verdiği mektubu acele doğru Şeküre'ye götürmemi söyledi.
1245 Bütün budalalar, aşklarında sanki çok özel bir acele gerektiren bir durum var sanıp, aşklarının şiddetini açığa vurup, âşıklarının eline silah verir; onlar da akıllıysalar cevabı geciktirirler. Sonuç: Aşkta acele işleri geciktirir.
1246 Zavallı Zarif Efendi'nin parça parça olmuş cesedinin üzerine çamurlu soğuk toprak atılırken herkesten çok ben ağladım. Ölenle birlikte ben de öleyim, bırakın ben de onunla birlikte mezara gömüleyim, diye bağırıyordum, mezara düşmeyeyim diye belimden tuttular.
1247 Boğulur gibi olunca avuçlarını alnıma bastırıp başımı arkaya doğru da çektiler ki nefes alabileyim. Hıçkırık ve gözyaşlarımı aşırıya vardırmış olabileceğimi, merhumun akrabalarının bakışlarından da anladım ve toparladım kendimi.
1248 Nakkaşhanedeki dedikoducular, bu kadar ağladığıma göre Zarif Efendi ile aramızı da bir gönül bağı olduğunu sanmaya da başlayabilirlerdi. Daha fazla dikkat çekmemek için cenazenin sonuna kadar bir çınar ağacının arkasına gizlendim.
1249 Venedik'ten demir sandıklara konduk, gemilere bindik, sallana çalkalana İstanbul'a geldik. Kendimi bir sarraf dükkânında, bir ustanın sarımsak kokan ağzında buldum. Biraz bekledik beklemedik, altın bozdurmak isteyen bir alık köylü geldi.
1250 Babası Şeküre ile birbirimize yolladığımız mektuplardan ne kadar haberdardı? Şeküre'nin mektubundaki babasından çok korkan o ürkek kız edasına baksaydım, aralarında benimle ilgili hiçbir sözün bile geçmediği sonucunu çıkarmam gerekecekti, ama durumun böyle olmadığını seziyordum.
1251 Böylece, cuma sabahı ona Padişahımızın Frenk üstatları tarzında resminin yer alacağı kitap nasıl bir şey olacak anlatmaya başladım. Başlangıç noktam, aynı hikâyeyi Padişahımıza nasıl anlattığım ve onu kitabı yapmaya nasıl kandırdığımdı.
1252 Gece, eve döndükten sonra kendini hızla kendini annem sanmaya başlayan ev sahibemden kurtulup hemen odaya kapandım ve döşeğe uzanıp Şeküremi düşündüm. Bir oyun zevkiyle dikkat kesildiğim tıkırtılarından başlayayım: On iki yıl sonra evlerine ikinci gidişimde hiç gözükmedi bana.
1253 Öte yandan öyle sihirli bir şekilde beni kuşatmayı başarmıştı ki, onun beni sürekli bir şekilde gördüğünden, müstakbel bir koca olarak beni ölçüp biçtiğinden, bundan mantıklı bir oyun zevki aldığından emindim. Bu yüzden sürekli ben de onu görüyorum sanıyordum.
1254 İbni Arabi'nin aşktan görülmeyeni görülür kılma yeteneği, gözükmeyeni sürekli yanında hissetme isteği olarak söz etmesini böylece daha iyi anlamış oldum. Şeküre'nin beni sürekli izlediğini, evin iç seslerine, tahtaların gıcırtılarına kulak kesildiğim için çıkartabiliyordum.
1255 Bir ara, çocuklarıyla birlikte sofaya açılan yan odada olduklarını kesinlikle anladım: Çünkü çocukların aralarında itişip kavga ettiklerini, ama annelerinin tehditkâr bakışları ve kaş çatışları yüzünden seslerini kısmaya çalıştıklarını işittim.
1256 Padişahımızın gizlice sipariş ettiği o kitap için çalışanlara, bizlere dil uzattı bu adam. Eğer sesini kısmasaydım Enişte Efendi'yi, bütün nakkaşları, hatta Üstat Osman'ı zındık ilan edip gözü dönmüş Erzurumlu Hoca'nın adamlarının önüne atacaktı.
1257 Bir kere birisi, nakkaşların dinsizlik ettiğini yüksek sesle söylemeye görsün, kuvvetlerini göstermek için zaten bahane arayan bu Erzurumiler, yalnız biz usta nakkaşları değil, bütün nakkaşhaneyi dümdüz ederler de Padişahımız bile sesini çıkaramadan seyreder.
1258 Buraya her gelişimde yaptığım gibi bir köşede sakladığım süpürge ve bezlerle etrafı silip süpürdüm. Bunu yaparken de içim ısındı ve kendimi Allah'ın iyi bir kulu gibi hissettim. Bu iyilik duygusunu benden esirgemesin diye Allahıma uzun uzun dua ettim.
1259 Gördüğünüz gibi Ölüm'üm ben, ama korkmanız gerekmez, çünkü resimim de. Yine de benden korktuğunuzu gözlerinizden okuyorum. Oynadıkları oyuna kendilerini kaptıran çocuklar gibi, benim gerçek olmadığımı bile bile, ölümün kendisiyle karşılaşmış gibi dehşete kapılmanız hoşuma gidiyor.
1260 Kızılminareli, Karakedili kadınlar, Bilecik dolamasından yorganlık mor ve kırmızı kumaş ısmarlamışlardı, sabah erkenden bohçama koydum. Yeni gelen Portekiz gemisinden çıkmış Çin ipeğinden kumaşın yeşilini bıraktım, mavisini bohçaya koydum.
1261 Bu bitmeyen bir kar, sonu olmayan bir kıştır, diye bol bol yün çorap, kalın yün kuşak, renk renk kalın yün yelekleri de güzelce katlayarak ortaya yerleştirdim ki, bohçamı açtığımda en ilgisiz karının bile yüreğini rengârenk hoplatsın.
1262 Sonra, alışveriş değil, dedikodu için çağıran karılar için hafif, ama pahalı ipek mendiller, para keseleri, işlemeli hamam keseleri koydum ve kaldırdım, ayy bu bohça çok ağır olmuş, belim kırılacak. Koydum yere. Açtım bohçayı yeniden, neyi çıkarayım diye bakıyordum ki, kapı vuruldu, Nesim açıp seslendi.
1263 Hayriye, Ester'in geldiğini söylediği vakit, dün yıkanıp kurumuş çamaşırları sandığa diziyordum... diyecektim. Niye size yalan söyleyeyim ki? Peki, Ester geldiğinde dolaptaki delikten babamla Kara'yı seyrediyordum ve Kara ile Hasan'dan gelecek mektupları sabırsızlıkla beklediğim için aklım da Ester'deydi.
1264 Çünkü babamın ölüm korkusunun haklı bir kuşkuya dayandığını sezdiğim gibi, Kara'nın da bana olan ilgisinin hayatının sonuna kadar sürmeyeceğini de biliyorum. Âşık olduğu kadar evlenmek de istiyor Kara. Evlenmek istediği için de kolaylıkla âşık oluyor.
1265 Eminim sizlere de oluyordur şu söyleyeceğim şey. İstanbul'un sonsuz sokaklarında kıvrıla kıvrıla yürürken, bir aşevinde ağzıma bir lokma kalye koyarken, ya da saz usûlü bir kenar süsünün kıvrımlarına gözlerimi kısıp pür dikkat bakarken, birden şimdiyi geçmiş gibi yaşadığımı hissediyorum.
1266 Sanki sokakta kara basarak yürürken, sokakta kara basarak yürüyordum, demek geliyor içimden. Şu anlatacağım sıradışı şeyler, hem hepimizin bildiği şimdiki zamanda cereyan etti, hem de sanki geçmişte. Akşamüstü, karanlık çöküyordu, tek tük kar serpiştiriyordu ve Enişte Efendi'nin sokağında yürüyordum.
1267 Zarif Efendiyi öldürdüğünü söyleyince odada uzun bir sessizlik oldu. Beni de öldüreceğini düşündüm. Yüreğim hızlı hızlı attı uzun bir süre. Buraya beni öldürmek için mi gelmişti, yoksa itiraf etmek, korkutmak için mi? Kendi biliyor muydu ne istediğini.
1268 Yıllardır bütün hünerini, marifetlerini bildiğim bu harika nakkaşın kalbini hiç tanımadığımı anlayarak korktum. Hâlâ elinde o koca kırmızı hokkası, arkamda dikildiğini, hemen ensemin arkasında durduğunu hissediyordum, ama dönüp yüzüne bakmadım.
1269 Benim tanıdığım usta nakkaş değildi de, dilimi bile bilmez uzak ve kötücül bir yabancıydı. Bu da benim o anki kimsesizliğimi asırlar boyu uzattı. Elini tutmak istedim, bu dünyaya sarılır gibi; fayda etmedi. Yalvardım; ya da öyle yaptığımı sandım: Oğlum, oğlum öldürme beni.
1270 Bir rüyada olduğu gibi, sanki beni hiç duymadı. Hokkayı kafama bir daha indirdi. Aklım, gördüklerim, hatıralarım, gözlerim, hepsi benim korkum olmuş da birbirine karışmıştı. Hiçbir renk görmüyordum ve bütün renklerin kırmızı olduğunu anlamıştım.
1271 Kanım zannettiğim kırmızı mürekkepmiş. Elindeki mürekkep sandığım şey de benim dinmeyen kırmızı kanım. Ne kadar da haksız, insafsız, acımasız buldum o an ölüyor olmayı. Ama kanlar içindeki ihtiyar kafamın beni yavaş yavaş getirdiği yer burasıydı.
1272 Sonra farkettim. Anılarım, dışardaki kar gibi bembeyazdı. Başım ağzımın içinde zonklayarak ağrıyordu. Şimdi sizlere ölümümü anlatacağım. Şunu belki artık çoktan anladınız: Ölüm her şeyin sonu değil; bu kesin. Ama bütün kitapların yazdığı gibi, inanılmayacak kadar da acı verici bir şey.
1273 Yalnız parçalanan kafatasım ve beynim değil, sanki her yerim, birbirinin içine geçe geçe, sancılarla sarsılarak yanıyor. Bu sınırsız acıya dayanmak o kadar zor ki, sanki aklımın bir kısmı tek çare onu unutarak tatlı bir uykuya zorlanıyor.
1274 Öyle çok yağıyordu ki kar, peçemden içeri, gözlerime giriyordu. Çürümüş otlarla, çamurlarla, kırık dallarla kaplı bahçede zorlukla yürüdüm, ama sokağa çıkar çıkmaz hızlandım. Biliyorum, ne düşündüğümü merak ettiğinizi. Kara'ya ne kadar güveniyorum.
1275 Peki. Akşam eve döndüm, birisi babamı öldürmüş. Evet, saçımı başımı yoldum. Evet, hüngür hüngür ağladım. Evet, çocukluğumda yaptığım gibi ona bütün gücümle sarıldım ve kokusunu kokladım. Evet, korkudan, acıdan, yalnızlıktan, uzun uzun titredim, nefes alamadım.
1276 Ona anlatınca anlıyor mu; anlayacak mı? Hem anlayacak, hem pirelenecek. Daha da sıkı sıkıya sarıldım ona; ama bunu da hilemi örtbas etmek için yaptığımı cariye aklıyla düşüneceğini kurmaya başlayınca sanki onu kandırıyormuşum gibi hissettim kendimi.
1277 Babam burada öldürülürken, ben Kara'yla buluşmuş, onunla sevişiyordum. Bu aklı yalnız Hayriye yürütse o kadar suçluluk duymazdım, ama biliyorum, siz de öyle düşünüyorsunuz. Hatta, itiraf edin, sizden birşeyler sakladığımı da sanıyorsunuz.
1278 Ne kadar zavallıyım! Ne kadar bahtsız! Böylece, ben ağlamaya başlayınca Hayriye de ağladı ve birbirimize sarıldık. Yukarı odaya kurduğumuz sofrada karnımı doyurur gibi yaptım. Arada, dedenize bakayım, diye çıkıp içeride gözyaşı döküyordum.
1279 Şehname şairi Firdevsi, Gazne'ye gelip Şah Mahmut'un sarayının şairlerince taşralı diye küçümsendikten sonra, ilk üç mısraı çok zor bir kafiyeyle biten bir dörtlüğün kimsenin tamamlayamadığı son mısrasını söyleyiverdiğinde ben orada, Firdevsi'nin kaftanının üzerindeydim.
1280 Şehname'nin efsane kahramanı Rüstem, kayıp atının peşinden uzak ülkelere gittiğinde sadağının üzerinde, efsane devi harika kılıcıyla ikiye böldüğünde akan kanların içinde, misafir kaldığı şahın güzel kızıyla geceyi sevişerek geçirdiğinde yorganın kıvrımları arasındaydım.
1281 Her yerdeydim ve her yerdeyim. Tur, kardeşi Ireç'in kafasını kalleşçe keserken, rüyalar kadar güzel efsane ordular bozkırda birbirlerine girerken ve İskender'in başına güneş geçtiği için güzel burnundan hiç durmadan akan kanı ışıl ışıl ışıldarken, ben oradaydım.
1282 Dul, yetim ve mahzun Şekürem tüy gibi adımlarla çekip gidince, ondan bana geçen bir badem kokusu ve evlilik hayalleriyle asılmış Yahudi'nin evinin sessizliği içinde kalakaldım. Kafam karmakarışıktı, ama bana neredeyse acı vererek hızla çalışıyordu da.
1283 Eniştemin ölümüne bile yeterince üzülemeden koşar adım ben de evime döndüm. Bir yandan Şeküre beni aldatıyor, beni büyük bir kumpasın parçası olarak kullanıyor diyen bir kuşku kurdu içimi yiyor, bir yandan da, mutlu evlilik hayalleri gözümün önünden hiç gitmiyordu.
1284 Evde, sabahın bu vaktinde nereye gidip nereden döndüğümü çıkarmak için beni kapı eşiğinde sorguya çeken ev sahibem karıya laf yetiştirdikten sonra, odamda şiltemin içine gömdüğüm kemerimin astarı içinden yirmi iki tane Venedik altını çıkarıp, titreyen parmaklarla keseme koydum.
1285 Resimlere bakarken dalmışım. Benimle birlikte Orhan'ın da o tuhaf ve şüpheli kırmızıya baktığını, burnuma dayadığı güzelim kafasının kokusundan anladım. Kimi zamanlar olduğu gibi birden mememi çıkarıp onu emzirmek geldi içimden.
1286 Şimdi huzurlu ve sakin durduğuma bakmayın, aslında asırlardır koşuyorum. Ovaları geçiyor, savaşlara giriyor, şahların kederli kızlarını taşıyıp evlendiriyor, hikâyeden tarihe, tarihten efsaneye, kitaptan kitaba sayfa sayfa koşturuyorum.
1287 Onca hikâyenin, masalın, onca kitabın ve savaşın içinde yer alıp, yıkılmaz kahramanlara, efsane âşıklara, rüyalardan çıkma ordulara eşlik ettiğim, muzaffer padişahlarımızla seferden sefere koştuğum için elbette çok, çok fazla resmim yapıldı.
1288 Bu kadar çok resmedilmek nasıl bir duygu? Gurur duyuyorum tabii, ama o hep resmedilen ben miyim diye de soruyorum. Bu resimlerden de anlaşılıyor, herkesin kafasında suretim bir başka türlü. Yine de resimler arasında bir ortak özellik, bir birlik olduğunu da kuvvetle hissediyorum.
1289 Geçenlerde, nakkaş arkadaşlar hikâye ettiler de şunu öğrendim. Frenk kâfirinin kralı, Venedik Doçu'nun kızıyla evlenmeyi düşünüyor. Evlenecek, ama ya Venedikli fakir, kızı da çirkin ise? En usta nakkaşına diyor ki, git Venedik Doçu'nun kızını, malını, mülkünü, eşyasını resmet.
1290 Üvey babayla yetim çocuk gibi değil de, gürültülü bir dere kenarında konuşan iki kişi gibi bağırışıyorduk. O sırada çığlıkları mahalleden daha iyi duyulsun diye Şeküre, sofaya çıkmış, tahtaları zorlayarak pencerenin kepengini açmaya çalışıyordu.
1291 Seyirci kalamayacağımı hissederek odadan çıktım. Sofanın penceresine onunla birlikte yüklendik, pencerenin tahtasıyla döğüştük. Son bir itmeyle kepenk açıldı ve avluya düştü. Yüzümüze güneş ve soğuk vurdu ve bir an şaşırdık. Şeküre bütün dünyaya seslenir gibi bağırarak kana kana ağlamaya başladı.
1292 Haykırışlarla bütün mahalleye ilan edilen Enişte Efendi'nin ölümü, benim gözümde, o ana kadar hissettiğimden çok daha feci ve elim bir acıya dönüştü. İster hakiki, ister sahte olsun, karımın ağlaması da içlendiriyordu beni. Ben de, hiç beklemediğim bir şekilde ağlamaya başladım.
1293 Bir an heyecandan mı, suçluluk duygusundan mı, cevap veremedim de başımla onu onaylayabildim yalnızca. Hiç beklemediğim bir şey oldu aynı anda: Gözümden bir damla yaş koptu, Hazinedarbaşı'nın anlayışlı ve şaşkın bakışları arasında yanağımdan ağır ağır aşağı indi.
1294 Saray'ın içinde bulunmak, Hazinedarbaşı'nın tâ Padişahımızın yanından kalkıp benimle konuşmaya gelmesi, Padişahımıza bu kadar yakın olabilmek, bütün bunlar beni bir tuhaf yapmıştı; bilmiyorum. Gözlerimden başka damlalar da kopmuş, sicim gibi yaşlar akıyordu artık ve utanç bile duymuyordum.
1295 Cenazem tam istediğim gibi çok güzel oldu. Gelmesini istediğim herkes geldi, gurur duydum. Ölümüm sırasında İstanbul'da bulunan vezirlerden Kıbrıslı Hacı Hüseyin Paşa, Topal Baki Paşa bir zamanlar kendilerine çok hizmet ettiğimi vefayla hatırladılar.
1296 Öldüğüm günlerde hem yıldızı parlayan ve hem de çok çekiştirilen Defterdar Kırmızı Melek Paşa'nın gelmesi mahallemiz camiinin alçakgönüllü avlusunu hareketlendirdi. Yaşayıp faal devlet hayatına devam etseydim, mevkiinde bulunacağım Çavuşbaşı Mustafa Ağa'nın geldiğini görmekten özellikle memnuniyet duydum.
1297 Bunu idrak eder etmez O'na yakın olduğumu korku ve mutlulukla sezdim. Hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bir kırmızı rengin varlığını o sırada huşu içinde hissettim. Kısa bir sürede bütün her şey kıpkırmızı oldu. Bu rengin güzelliği içime ve bütün âleme doğuyordu.
1298 Berzah'tan ise geçmiş ve şimdiki zaman aynı anda gözüküyor ve ruhun hatıraları içerisinde kaldıkça bir mekân sınırlaması kalmıyor. Ama hayatın bir dar gömlek olduğu, zamanın ve mekânın zindanlarından çıkınca anlaşılıyor ancak.
1299 Hayatlarını bir sanata cömertçe vererek yaşlanmış aksi ihtiyarlan bilirsiniz. Herkesi azarlarlar. Uzun boylu, kemikli ve ince olurlar. Hayatlarının geri kalan kısacık bölümünün, arkada kalan uzun bölümünün bir tekrarı olmasını isterler.
1300 Uzun uzun çalıştıktan sonra ne güzeldir sokaklarda yürümek! Âlem Allah tarafından sanki daha dün yaratılmış gibi yepyeni ve şaşırtıcı gözükür. Bir köpek gördüm, bütün köpek resimlerinden daha manalıydı. Bir at gördüm, usta nakkaşlarım daha anlamlısını çizerler.
1301 At Meydanı'nda bir çınar ağacı gördüm; az önce resminin yapraklarına mor sürdüğüm çınar ağacıydı. İki yıldır oradan geçen alayları resmettiğim At Meydanı'na çıkıp yürümek insanın kendi resmettiği şeye çıkıp yürümesine benziyor.
1302 Bir sokağı döneriz, eğer Frenk resmindeysek çerçeveden ve resimden çıkar gideriz; eğer bizim Heratlı üstatlar gibi yaptığımız resimdeysek, Allah'ın bizi gördüğü yere geliriz; eğer Çin resmindeysek resimden hiç çıkamayız, çünkü Çinlilerin resimleri hiç bitmeden uzar gider.
1303 Bu ikisine bu vazifelerin Padişahımız tarafından az önce ve aynı zamanda verildiğini, Padişahımızın onları şimdiden nefretlerini sağlayamadıkları bir şeye, birlikte iş görmeye zorladığını anladım ve Hünkâr'a hayranlıktan öte bir sevgi duydum.
1304 Belki şimdiye kadar anlamışsınızdır: Benim gibi adamlar için, yani aşkı ve acıyı, mutluluk ve sefaleti eninde sonunda ezeli bir yalnızlığın bahanesi haline getiren benim gibi keder erbabı için, hayatta ne büyük sevinçler olur, ne de büyük üzüntüler.
1305 Başkalarının ruhu bu duygularla altüst olduğu vakit onları hiç anlayamayız demiyorum; tam tersi, bu duygulan derinlemesine yaşayanları fazla fazla anlarız. Anlayamadığımız şey ise, o sırada kendi ruhumuzun içine gömüldüğü tuhaf telaştır.
1306 Bostancıbaşı ile Hazinedarbaşı bize Padişahımızın buyruklarını tekrarlayıp gidince odada ikimiz kaldık. İşkence hilesinden, korku ve gözyaşlarından tabii ki Kara yorgun ve mahzundu. Bir çocuk gibi sustu. Onu seveceğimi anlıyordum, ilişmedim.
1307 Baruthaneli Hasan Çelebi olarak bilinir, ama benim için her zaman Kelebek'tir o. Bu adı, bana hep güzel çocukluğunu, gençliğini hatırlatır: Görenlerin inanamayıp bir daha bakmak isteyeceği kadar güzeldir. Her zaman şaştığım mucize: Güzel olduğu kadar yeteneklidir de.
1308 Bir renk ustasıdır, en kuvvetli yanı budur; sanki renk sürme zevki için döne döne, aşkla nakşeder. Ama uçucu, amaçsız ve kararsız olduğunu da Kara'ya söyleyiverdim. Adil olma endişesiyle de ekledim: Kalbiyle resmeden gerçek nakkaştır o.
1309 Musavvir Günahkâr Mustafa Çelebi diye imza attığını gördüm. Çünkü bir üslubum var mı, yok mu, olmalı mı, varsa imzayla ortaya konmalı mı, eski üstatlar gibi saklamak mı, alçakgönüllü imza atmayı mı atmamayı mı gerektirir gibi meselelere kafayı takmadan imzasını gülümseyerek ve bir zafer duygusuyla atar.
1310 Sanırım akşam namazı vaktiydi. Kapıda birisi: Anlattı: Yarışma buyurmuş Padişahım. Can baş üstüne Padişahım, en güzel at resmini benden iyi kim çizebilir! Yine de boya sürülmeden siyah kalem tarzında resmedileceğini öğrenmek bir an tuttu beni.
1311 Niye renk sürmüyoruz, en iyi ben renk çekerim diye mi? Hangi resmin en iyi resim olduğuna kim karar verecek? Saray'dan gelen geniş omuzlu, pembe dudaklı güzel çocuğun ağzını aradım ve Başnakkaş Üstat Osman'ın bu işin arkasında olduğunu sezdim.
1312 Akşam namazından sonraydı, çıkıp kahveye gidecektim; kapıda biri var dediler. Hayırdır. Gittim; Saray'dan biri; anlattı. Peki: Dünyanın en güzel atı. Siz bana tanesine kaç akçe vereceğinizi söyleyin ben dünyanın en güzel atlarından size beş altı tane çizivereyim.
1313 Atı çizişimden kim olduğumu anlayabildiniz mi? Bir at çizmem istendiğini işitir işitmez, yarışma olmadığını, çizdiğim attan beni teşhis etmek istediklerini anladım. Kaba kağıda yaptığım at alıştırmalarımın zavallı Zarif Efendi'nin cesedinin üzerinde kaldığının farkındayım.
1314 Ama bir kusurum, bir üslubum yoktur ki benim çizdiğim atlara bakıp kim olduğumu bulabilsinler. Bundan emindim emin olmasına, ama yine de atı çizerken bir telaşa kapıldım. Enişte'nin atını çizerken, kendimi ele verecek bir şey çizmiş olabilir miydim.
1315 Çok sonra kendimi önce sokaklarda, sonra şu rezil kahvede buldum. Buraya nasıl geldiğimin bile farkında değildim, içeri girerken bu sefil nakkaşlar ve hattatlar arasına karıştığım için öyle bir utanç duyuyordum ki alnım terliyordu.
1316 Beni seyrettiklerini, birbirlerini dürtüp beni işaret edip gülüştüklerini de seziyordum, peki, görüyordum işte. Tabii olmaya çalışan hareketlerle bir köşeye oturdum. Bir yandan da öteki üstat nakkaşları, bir zamanlar Üstat Osman'a birlikte çıraklık ettiğimiz sevgili kardeşlerimi arıyordu gözlerim.
1317 Onlara da bu gece birer at resmi çizdirdiklerinden ve bu budalaların yarışmayı ciddiye alıp tapındıklarından eminim. Daha meddah efendi hikâyesine başlamamıştı. Resim bile asılmamıştı daha. Bu da beni kahvedeki kalabalıkla iyice yakınlaşmaya zorladı.
1318 Herat'ta ve Şiraz'da usta nakkaşın ömrünün son döneminde, aşırı çalışma yüzünden kör olması yalnızca üstadın azminin bir belirtisi olarak görülmez, aynı zamanda Allah'ın bu büyük üstadın emeğinin ve hünerinin karşılığını nakkaşa vermesi olarak övülürdü.
1319 Zeytinyağında kızarmış kırmızı biberin kokusunu, şafak vakti durgun denize yağan yağmurları, açık pencerenin kenarında bir an bir kadının belirişini, sessizlikleri, düşünmeyi ve sabrı severim. Kendime inanırım ve çoğu zaman benim hakkımda söylenenlere aldırmam.
1320 Rüyamda babamı gördüm, bana anlayamadığım bir şey söylüyordu, korkunçtu; uyandım. Şevket ile Orhan iki yanımdan bana sıkı sıkıya sarılmışlardı, onların sıcaklığından terlemiştim. Şevket elini karnıma koymuştu. Orhan terli başını göğsüme yaslamıştı.
1321 Yine de onları uyandırmadan yataktan ve odadan çıkabildim. Sofayı geçip sessizce Kara'nın kapısını açtım. Elimdeki şamdanın ışığında kendisini değil, karanlık ve soğuk odanın ortasında kefenlenmiş bir ceset gibi uzanan beyaz yatağını gördüm.
1322 Şamdanın ışığı sanki bir türlü yatağa ulaşamıyordu. Elimi daha da yaklaştırınca mumun turunç rengi ışığı Kara'nın tıraşsız yorgun yüzüne, çıplak omuzlarına vurdu. İyice sokuldum ona, Orhan'ın yaptığı gibi, bir tespihböceği gibi kıvrılarak uyuyordu ve yüzünde uyuyan bir kızın ifadesi vardı.
1323 Bana o kadar uzak ve yabancıydı ki bir pişmanlık kapladı içimi. Elimde bir hançer olsaydı onu öldürürdüm. Bunu gerçekten yapmak istediğim için değil, çocukken hepimizin yaptığı gibi, onu öldürsem nasıl olur, diye düşünüyordum yalnızca.
1324 Yıllardır beni düşünerek yaşadığına da inanmıyordum, yüzündeki masum çocuk ifadesine de. Çıplak ayağımın kenarıyla omuzunu dürtüp uyandırdım. Beni görünce büyülenip, heyecanlanmaktan çok, tam istediğim gibi, bir anlık da olsa korktu, iyice uyanmadan sordum.
1325 Şudur: Frenk kâfiri resmimizi yaparken öyle tatlı tatlı ve öyle bir dikkatle bakıyordu ki bize, biz onu ve onun tarafından resmedilmeyi sevdik. Âleme çıplak gözle bakıp gördüğünü resmetmek gibi yanlış bir iş yapıyor, böylece bizim gibi aslında gözü göreni kör çiziyordu, ama aldırmadık buna.
1326 Şimdi çok memnunuz. Hoca Efendi'ye göre Cehennem'deyiz, bazı imansızlara göre çürümüş bir cesediz ve siz burada toplanmış akıllı nakkaşlar cemaatine göre ise bir resimiz ve resim olduğumuz için, ne güzel sanki canlıymış gibi karşınızdayız.
1327 Çünkü malum Hoca Elendi ile karşılaşmamızdan sonra, Konya'dan Sivas'a doğru üç konak, sekiz köy dilene dilene yürüdükten sonra bir gece öyle bir soğuk ve kar bastırdı ki biz iki abdal birbirimize sarılıp, uyuya kalıp, donup öldük.
1328 Buhara'da, tâ Abdullah Han zamanından kalma bir hikâye vardır, anlatırlar. Çok kuşkucu bir hükümdar olan Özbek Hanı bir resme birden fazla nakkaşın kaleminin değmesine itiraz etmezmiş de, nakkaşlarının birbirlerinin sayfalarına bakıp karşılıklı birbirlerini taklit etmelerini hiç sevmezmiş.
1329 Bir ikinci yol olamaz mı? Üstat nakkaş yeni usûlleri kenarından köşesinden benimserse, bütün bir nakkaşhaneyi ve eski üstatların üslubunu biraz olsun kurtaramaz mı? Sorguç iğnesinin çok zarif bir şekilde incelen sipsivri ucunda bir karartı vardı, ama yorgun gözlerim kan mı, bir başka şey mi çıkaramıyordu.
1330 Sabah, Hazinedarbaşı ve ağalar kapıları törenle açtıklarında, Hazine odasının kızıl kadife rengine gözlerim o kadar alışmıştı ki, Enderun avlusundan içeri giren kış sabahının ışığı bana, bakanı aldatmak için yapılmış korkutucu bir şey gibi gözüktü.
1331 Az önce bütün yüreğimle duyduğum hayranlık, şimdi yüzüne söylerken niye bir ikiyüzlülüğe dönüşmüştü? Hüner ve ustalığına içtenlikle hayran olduğumuz birini, yüzüne karşı överken içten olabilmemiz için onun güçten iktidardan iyice düşüp biraz zavallı olması mı gerekir.
1332 Meddah efendi, sen her şeyin taklidini yapabilirsin, ama kadın olamazsın! diyorlarmış. Bunun tam tersini iddia ediyorum. Evet, şehir şehir gezip gece yarılarına kadar düğünlerde, eğlencelerde, kahvehanelerde sesimiz kısılana kadar her şeyi taklit edip hikâye anlattığımız için evlenmek hiç nasip olmadı.
1333 Aşkın ve kadınların ne kadar tehlikeli olduğunu anlattığı için bu hikâyeyi çok severim diyecektim ki, ayol unuttum, bende akıl mı kaldı, ben şimdi kadın olduğuma göre başka bir şey diyecektim. Peki, şöyle bir şey: Ah, aşk ne güzel.
1334 Kalabalığı görünce anladım ki Erzurumiler bizim şakacı nakkaşları öldürüyorlar. Kara da, baskını seyreden kalabalığın içindeydi. Elinde bir hançer, yanında birtakım tuhaf adamlar, namlı Bohçacı Ester ve eli bohçalı başka karılar gördüm.
1335 Kahveden çıkanların acımasız bir dayaktan geçirilip kahvenin gaddarca dağıtıldığını seyrettikten sonra kaçmak geldi içimden. Daha sonra başka bir kalabalık, galiba Yeniçeriler, yetişiyordu, Erzurumiler meşalelerini söndürüp kaçtılar.
1336 Zavallı Kelebek hiç sesini çıkarmadı: Ne kadar hünerli, iddialı veya arkası sağlam olursa olsun, birbirlerini nefretle kıskandıkları halde birbirlerini arayan bütün nakkaşlar gibi, aslında Cehennem'e gitmekten ve bu dünyada yapayalnız kalmaktan ödü patlıyordu.
1337 Fenerkapı yolunda tuhaf yeşilimsi bir sarı ışık vardı yukarıda, ama ay ışığı değildi. Sırf bu ışık yüzünden, geceleri servi ağaçlan, kubbeler, taş duvarlar, ahşap evler ve yangın yerlerinin oluşturduğu o şaşmaz İstanbul görüntüsünün yerini bir düşman kalesinin vereceği bir yabancılık duygusu almıştı.
1338 Tepeye çıkarken tâ arkada, Beyazıt Camii'nin arkalarına düşen bir yerdeki yangını gördük. Kör karanlıkta, bizim gibi surlara doğru giden yarısı un çuvallarıyla dolu bir öküz arabasıyla karşılaşınca iki akçe verip bindik. Kara'nın yanında resimleri vardı, dikkatle oturdu.
1339 Uzanıp yangının aydınlattığı alçak bulutlan seyrederken miğferime yağmurun ilk damlası düştü. Uzun yolculuktan sonra, gece yarısı zaten terkedilmiş gibi duran mahallede metruk tekkeyi bulacağız diye bütün köpekleri ayaklandırdık.
1340 Beni Unutmuştunuz, değil mi? Burada olduğumu bari sizden saklamayayım artık. Çünkü içimde gittikçe büyüyen bu sesle konuşmak benim için dayanılmaz bir ihtiyaç. Bazen kendimi çok zorluyorum ve bu yüzden sesimdeki çatlak anlaşılacak sanıyorum.
1341 Bazen kendimi iyice koyuveriyorum, o zaman da öteki kişiliğime işaret eden ve belki sizlerin farkedeceğiniz kelimeler dökülüyor ağzımdan. Ellerimi titretiyor, alnıma ter basıyor ve bunların da yeni işaretler olduğunu anlıyorum hemen.
1342 Bir yanımda kocaman bir tahta direk vardır. Ne yapılsa sınıftan çıkarılmasına imkân olmayan ve ara sıra çakımın ucuyla ötesine beı isine açtığım yaracıklara stoik bir vakarla tahammül eden sessiz sedasız, ağırbaşlı ve upuzun bir komşu.
1343 Ders esnasında ellerim çenemin altında kilitli, sör hocalarıma çok ruhani görünmesi gereken bir vaziyette gözlerimi göğe — panjur aralıklarından görünen hakiki gökyüzüneuydurduğum zaman, onlar bunu bir uslanma başlangıcı sanarak sevinirlerdi.
1344 Bana gelince, ben bambaşka bir çocuktum. Çok küçük yaşta kaybettiğim annemden aklımda pek fazla bir şey kalmamıştı. Fakat herhalde altın saçlı ve mavi gözlü olmadığı muhakkaktı. Böyle olunca da hiçbir kuvvet bana onu asıl çehresinden başka bir çehre ile düşündürmeye ve sevdirmeye muktedir değildi.
1345 Beni bir düşüncedir almıştı. Ne yazacaktım? Duvardaki boyalı Meryem tablosunun altına asılmış guguklu saat durmadan yürüdüğü halde ben, hâlâ yerimde sayıyordum. Basımdaki kurdeleyi çözdüm, saçlarımı yavaş yavaş gözlerimin üzerine indirmeye başladım.
1346 Filozofların, şairlerin, yazı yazarken burunlarını kaşımak, çenelerinin derilerini çekiştirmek gibi garip garip huyları vardır ya... Kalemi ısırmak ve saçlarımı gözlerimin üstüne dağıtmak da benim düşüncelere daldığıma alâmettir.
1347 Aradan seneler geçti. Yabancı bir şehirde, yabancı bir otel odasında, sırf bitip tükenmeyecek gibi görünen bir gecenin yalnızlığına karşı koymak için hatıralarımı yazmaya başladığım bu saatte, bir elim yine aynı küçük çocuk tavrıyla saçlarımı çekiştiriyor, gözlerimin üstüne indirmeye uğraşıyor.
1348 Bunun sebebine gelince, öyle sanıyorum ki, ben etrafındaki hayata pek fazla kendini kapıp koyveren, hafif ve dikkatsiz bir çocuktum. Besbelli sıkı zamanlarda kendi kendimle, kendi fikirlerimle yalnız kalmak için gözlerimle dünya arasında, bu saçlardan bir perde koymaya çalışıyordum.
1349 Sonraları öteden beriden öğrendiğime göre bu göl, Musul taraflarında, adını bir türlü aklımda tutamadığım bir küçük köyün yanı başındadır ve benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir şey değildir.
1350 Babam; o zaman Musul'daymış. Ben, iki buçuk yaşında kadarmışım. Yaz o kadar şiddetli olmuş ki, şehirde barınmak kabil olmamış; babam, annemle beni bu köye getirmeye mecbur kalmış. Kendisi her sabah atla Musul'a iner, akşamları güneş battıktan sonra dönermiş.
1351 Sonra, ortaya konan siniler üzerinde avuçla kapış kapış yemek yediğimizi hatırlıyorum. Nihayet, günün yorgunluğundan ve zilli teflerle testi biçiminde dümbeleklerin verdiği sersemlikten, yine erkenden dadımın dizinde uyuyakaldım.
1352 Oğlu Hüseyin'i Kerbela'da şehit ettikleri zaman Fatma anamız sağ mıydı, bilmiyorum. Fakat kadıncağız, o kara güne yetiştiyse kopardığı vaveyla, benim düğün gecesi sabahı evde kendimi yabancı bir kadının koynunda bulduğum zaman kopardığım vaveylanın yanında hiç kalırdı.
1353 Dadımın acısını aylarca sonra bana, Hüseyin isminde bir süvari neferi unutturdu. Hüseyin, talim esnasında attan düşerek sakat kalmış bir askerdi. Babam, onu emir neferi olarak eve almıştı. Hüseyin, delişmen bir adamdı. Beni çabucak sevmişti.
1354 Ben de umulmaz ve affedilmez bir vefasızlıkla onun sevgisine mukabele edivermiştim. Gerçi Fatma ile olduğu gibi beraber yatmıyorduk, fakat sabahleyin horozlarla beraber gözlerimi açtığım dakikada soluğu onun odasında alır, ata biner gibi göğsüne oturarak parmağımla gözkapaklarını açardım.
1355 Fatma'nın bahçesine, kırlarına bedel; Hüseyin, beni kışlaya asker içine alıştırmıştı. Bu uzun bıyıklı kocaman adamın oyun icat etmekteki maharetini ben, başka kimsede görmedim. Asıl güzeli, bunların çoğunun kazalı, heyecanlı şeyler olmasıydı.
1356 Bir tuhaf surat asma tarzım vardı. Odanın bir köşesinde yere çomelir, yüzümü duvara çevirirdim. Hüseyin üç, beş dakika beni bu halde bıraktıktan sonra halime acıyarak birdenbire belimden kavrar, bağırla bağırta havaya kaldırırdı.
1357 Benim babam Nizamettin isminde bir süvari binbaşısıydı. Annemle evlendiği sene Diyarbakır'a göndermişler, gidiş o gidiş. Artık bir daha İstanbul'a dönmemiş. Diyarbakır'dan Musul'a, Musul'dan Hanıkın'a, oradan Bağdat'a, Kerbela'ya geçmiş.
1358 Annemi bana benzetirler. Hele babamla evlendiği seneden kalma bir fotoğrafı vardır ki benim modelim gibidir. Fakat zavallı kadın, sıhhatçe hiç bana benzememiş. Çok zayıfmış. Bitip tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine dayanacak bir vücutta değilmiş.
1359 Sonra, İstanbul'u göreceği geldiğini babamdan saklarmış... Fakat mümkün mü? Daha uykuya dalalı iki dakika olmadan uyandırır ve Kalender'deki yalımızda, civarındaki koruda veyahut Boğaz'ın sularında geçmiş bir uzun rüyayı anlatırmış.
1360 Altı yaşında bir çocuğun epeyce şeylere aklı ermesi lâzım gelir. Fakat ben, nedense hiçbir şey sezememiştim. Bulunduğumuz ev kalabalıktı. Birçok günler büyük bir bahçede çocuklarla boğuştuğumu; Hüseyin'le beraber sokaklarda, deniz kenarlarında, cami avlusu gibi kubbeli yerlerde dolaştığımı biliyorum.
1361 Beni İstanbul'a neferimiz Hüseyin getirdi. Lüks bir vapurda kılıksız bir Arap neferinin kucağında bir minimini kız çocuğu... Bu manzara, vapurda birçok kimseye kimbilir ne sefil ve acı görünmüştür. Fakat bu seyahati Hüseyin'den başka kiminle yapsam muhakkak bu kadar mesut olamazdım.
1362 Bir gün yine bu vaziyette balıkları seyretmekle meşguldüm. Tablo, bugünkü gibi gözümün önündedir. Büyükannem, biraz arkada, omuzlarından hiç eksik etmediği siyah atkısıyla, bir bahçe iskemlesine oturmuş; Hüseyin'se namaz kılar gibi yanında diz çökmüştü.
1363 O gece, büyükannemin karyolasına bitişik küçük karyolamda birdenbire gözlerimi açtım. Başımda yanan kırmızı gece kandili sönmüştü. Fakat pencerelerden giren ay ışığı içindeki oda bembeyazdı. Uykumu almıştım, içimde dayanılmaz bir acı vardı.
1364 Onun uykusu çok ağırdı. Zaten Arabistan'dayken de sabahları onu uyandırmak çok zor bir işti. Gözlerini açmaya razı olması için ata biner gibi göğsüne oturup zıplamak, uzun bıyıklarını dizgin gibi yoklayıp çekmek ve bir süre bağırtmak lâzım gelirdi.
1365 Ayrılık gününün faciasını hâlâ hatırlar ve gülerim. Ben ömrümde o günkü kadar dalkavukluk ettiğimi bilmiyorum. Hüseyin, kapının yanma çömelmiş, koskoca bıyıklarıyla utanmadan ağlıyordu; ben, Bağdat'ta, Suriye'de Arap dilencilerinden öğrendiğim dualarla büyükannemin, teyzelerimin eteklerini öpüyordum.
1366 Bende daima bunun aksi olmuştur. Ne zaman derin bir üzüntüye kapılsam gözlerim parlar, tavır ve hareketlerim neşelenir, içim içime sığmaz olur. Dünyayı hiçe sayıyormuşum gibi kahkahalarla gülerim, türlü gevezelik ve delilikler yaparım.
1367 Bununla beraber zavallı, pis, çirkin Hüseyin'in bana Beyrut'a çıkar çıkmaz gönderdiği bir kutu hurma, hiddetimi yatıştırır gibi olmuşu. Bunların bitmesinden bir felaket gibi korktuğum halde bir oturuşta hepsini silip süpürdüm.
1368 Zavallı büyükannem şaşkına dönmüştü. Benimle başa çıkmak hakikaten imkânsızdı. Sabah karanlığında uyanır, gece yorgunluktan baygın düşünceye kadar gürültü ve yaramazlık ederdim. Sesim kesildiği vakit yalıyı adeta telaş alırdı.
1369 Çünkü bu, benim ya bir yerimi keserek sessiz sedasız kanımı dindirmeye çalıştığıma, ya bir yerden düşerek acıdan bağırmamak için kıvrandığıma, yahut da sandalye ayaklarını testerelemek, minder örtülerini boyamak gibi muzır bir işle meşgul bulunduğuma delalet ederdi.
1370 Yalıya ara sıra bir doktor gelip giderdi. Bir gün kapıda bu doktoru bekleyen boş arabaya atlayarak hayvanları kamçılamış, bir başka gün de kocaman bir çamaşır teknesini sürüye sürüye denize indirmiş, kendimi akıntıya salıvermiştim.
1371 Akrabalarımla bir türlü geçinemezdim. Yaşça kendimden çok büyük olan akraba çocuklarını bile yıldırmıştım. Binde bir içimde bir sevgi dalgası kabaracak olursa bu da ayrı bir felaketti, insan gibi sevmeyi, sevdiğimi güzel güzel okşamayı öğrenmemiştim.
1372 Akraba çocukları arasında yalnız birine karşı anlaşılmaz bir çekingenlik ve cesaretsizliğim vardı: Besime Teyze'nin oğlu Kâmran. Maamafih ona çocuk demek de pek doğru olmazdı. Bir kere yaşça büyüktü. Sonra çok uslu ve ağırbaşlıydı.
1373 Bununla beraber, çekingenliğime rağmen bir gün Kâmran'la da kavga ettim; deniz kenarında sepete koyarak taşıdığım bir kaya parçasını onun ayağı üzerinde bıraktım. Taş mı pek ağırdı, o mu fazla nazikti bilemiyorum. Birdenbire bir çığlık, bir vaveyladır koptu.
1374 Büyükannemin ölümü onu müşkül bir mevkide bırakıyordu. Bekâr zabit, dokuz yaşında bir kız çocuğunu peşine takıp dağ taş sürükleyemezdi. Nedense, beni teyzelerimin yanında bırakmaya yanaşamıyor, ihtimal, bir sığıntı vaziyetine düşmemden korkuyordu.
1375 Ne düşündüyse düşündü, bir sabah beni elimden tutarak vapura bindirdi; İstanbul'a geçirdi. Köprüde tekrar bir arabaya binerek bitip tükenmez yokuşlardan çıktık, çarşılardan geçtik, sonra büyük bir taş binanın kapısı önünde durduk.
1376 Her şey Önceden konuşulup hazırlanmış olacaktı ki, biraz sonra içeri giren siyahlı bir kadın bana doğru eğildi; başındaki beyaz başlığın uçları garip bir kuşun kanatlan gibi saçlarıma sürünerek yakından yüzüme baktı ve yanaklarımı okşadı.
1377 Mektepte ben, bu vazoya benzemez daha neler kıracaktım. Evdeki haşaralığım orada devam ediyordu. Bu sörler ya hakikaten melek gibi sabırlı insanlardı, yahut da benim hoş bir tarafım vardı. Yoksa başka türlü benim kahrımı çekmek mümkün değildi.
1378 Sınıfta mütemadiyen gevezelik eder, oradan oraya dolaşırdım. Herkes gibi merdivenlerden inip çıkmak benim için değildi. Mutlaka bir köşeye sinerek arkadaşlarımın inmesini bekler, sonra atar biner gibi tırabzanın üzerine atlayarak kendimi yukarıdan aşağıya kapıp koyverirdim.
1379 Sörlerin buna benzer hareketleri o zaman yelin kayaya tesiri gibi bir şeydi, haşarılığıma, intizamsızlığıma mani olacağa benzemezdi. Fakat zamanla, gizli gizli içeriye işlemiş bu silinmez izlerin bende şifasız bir zaaf ve rikkat tortusu bırakmış olmasından korkarım.
1380 Biraz sonra Sör Süperiyör'ün odasında idim. Fakat hayret! Müdirenin çehresi rüyada gördüğüm çehreye hiç benzemiyordu. O kadar ki, bir an akrepli sinek oyununu icat eden ve hocanın bayılmasına sebep olan yaramazın ben değil, o olduğuna inanacak gibi oldum.
1381 Görüş günü olmadığı halde biraz sonra teyzelerim beni görmeye geldiler. İzin alarak eve götürmek istediler. Razı olmadım. İmtihanların çok yakın olduğunu söyledim. Mamafih imtihanların çok yakın olması, beni o gün her zamankinden fazla azgınlık etmekten men etmedi.
1382 Bir aralık, zavallı arkadaşlarım istiskale uğramışlar, köşkün bahçıvanı vasıtasıyla kapı dışarı edilmişlerdi. Fakat onlar, küçük, gönüllü çocuklardı. Gördükleri hakarete aldırmayarak beni köşkten kaçırmaya gelirlerdi. Saatlerce kırlarda serserilik eder, bahçenin çitleri üzerinden aşarak yemiş çalardık.
1383 Şu Kâmran'la evlenmek galiba iyi bir şey olacaktı. Çünkü yaşlarımız gittikçe büyüyor, onunla kavga çıkarmak fırsatı günden güne uzaklaşıyordu. Bir kerecik olsun saç saça, baş başa dövüşerek hıncımı çıkarmak için evlenmemizden başka çare kalmıyor gibiydi.
1384 Bahçede ikişer, üçer kol kola dolaştıkları zaman neler konuştuklarını bilirdim. Kızların en masum ve dindarlarına hediye edilen renkli ve yaldızlı peygamber ve melek resimlerinin altında saklanan fotoğrafların gençlere ait olduğunu anlamakta güçlük çekmezdim.
1385 Ben biçare, bahçede ve sınıfta tek başıma kalırdım. Arkadaşlarım bana karşı adeta bir esrar kumkuması kesilirlerdi. Onlar, sörlerden ziyade benden çekinirlerdi. Niçin mi diyeceksiniz? Çünkü gevezeydim, sakallı dayının dediği gibi ağzımda bakla ıslanmazdı.
1386 Hiç unutmam, bir kış akşamı mütalaahanede derse çalışıyorduk. Misel isminde çalışkan bir kız, kalın kafalı bir arkadaşına Roma tarihini müzakere ettirmek için sörden müsaade almış, en arka sıraya çekilmişti. Mütalaahanenin sessizliği içinde birdenbire bir hıçkırık duyuldu.
1387 Tatiller içinde en sevdiğim Paskalya yortusu idi. Bu iki haftayı geçirmek için Kozyatağı'na gittiğim zaman kirazlar yetişmiş, büyük bahçenin caddeye bakan yüzünü baştan başa kaplayan kiraz ağaçlan yemişlerle donanmış bulunurdu.
1388 Sesimi çıkarmasam, olduğum yerde kımıldamasam belki de münasebetsiz bir kuşun, tepesinden geçerken düşürdüğü bir çekirdek sanarak çekilip gidecekti. Fakat son derece korkmuş ve utanmış olmama rağmen, kendimi tutamadım, gülmeye başladım.
1389 Bu masum yalvarma jesti mektepte sörler ve dindar talebelerin Meryem ve Isa karşısında dua ederken aldıkları bir jestti. Tesiri herhalde çok zaman tecrübe edilmişti. Asırlarca müddetle bu ilahi ana oğlu bile kandırmış olduğuna göre, bu ihtiyarcığı da haydi haydi rikkate getirecekti.
1390 Çünkü benim ağaca çıkmak, kiraz çekirdeği atmaktan çok daha büyük suçlarım vardır... Bir kere zengin değilim... işittiğime göre zengin olmayan kıza pek iltifat eden olmazmış... Sonra güzelliğim de yok... Bana sorarsanız bu, fukaralıktan daha büyük bir kusur.
1391 Niçin olmasın? Hem başka bir şey de var... Ben, birkaç güne kadar pansiyona döneceğim... Bizim mektepte bir âdet vardır... Kızlar tatil günlerinde genç erkeklerle kur yaparlar, sonra mektep açıldığı zaman bunları birbirlerine anlatırlar.
1392 Neriman'ın çok sevdiğini söyledikleri kocası bir sene evvel ölmüştü. Bunun için daima siyah giyerdi. Fakat bende öyle bir his vardı ki, siyah bu kadının sarışın çehresine çok iyi gitmese; matem devam etmeyecek, elbiseler takımıyla çöplüğe atılacaktı.
1393 Bizim köşkte Neriman'a akran sayılacak kimse yoktu. Lapacı Necmiye'yi insandan saymak tabii doğru olamazdı. Teyzelerim saçları, başları ağarmış koskoca kadınlardı. Ara sıra ötekinin, berikinin ayağına ip takmaktan başka konuşacak lakırdıları olamazdı.
1394 Ben, bu Neriman'ın köşke dadanmasındaki sebebi sezer gibi olmuştum. Galiba bizim budala kuzeni gözüne kestirmişti. Evlenmek için mi? Zannetmem. Otuzuna yaklaşmış bir dul kadının yirmi yaşındaki bir çocukla evlenmek istemesi, kepazeliğin dik âlâsı.
1395 Ta öbür uçta dallarından bir kısmını komşunun bahçesine sarkıtmış ihtiyar bir çınar vardı. Biçarenin işe yarayacak bir yemişi olmamasına rağmen, babayani halini severdim; bir sofa gibi üzerlerinde hiç korkusuz gezilen, iri, yayvan dallarına çıkıp dolaşır yahut otururdum.
1396 Onlar, o kadar kendilerinden geçmişlerdi ki, oturduğum yerde davul çalsam galiba farkında olmayacaklardı. Neriman önden yürüyordu. Kuzenim bir Arap köle gibi dört, beş adım gerideydi. Duvarların arasından geçip yollarına devam etmeye kudretleri olmadığı için bulunduğum ağacın altında oturdular.
1397 Bu gece ağacın üstünde onunla yüz yüze gelmek fikri nedense beni çıldırttı. Böyle bir şey olursa felaketti. Onun yeşil, yılan gözlerinin yakından baktığını görürsem, ağaç dalları arasında çarpışa çarpışa boğuşan iki yırtıcı kuşa döneceğiz.
1398 Ağaçta adeta bir kovalamaca oyununa başladık. O yaklaştıkça ben yukarılara çıkıyordum. Fakat dallar gittikçe inceliyordu. Bir aralık duvarın üstüne atlayıp kaçmayı düşündüm. Ancak, bunu yaparsam kaçamayıp, bir yerimi kırarak kuzenimin yerine benim haykırıp bağırma ihtimalim vardı.
1399 Sana büyüdüğümü, hemen hemen bir genç kız olduğumu söyleyişimde elbet bir maksat var... Hadi sevgili kuzenim... Fazla üzülmeyin... Bazı şeyler vardır ki, çocuk görür... Fakat artık büyümeye başlamış bir genç kız hiç fark edemez.
1400 Ben, taburun en arkasında yürüyordum. Bilmem nasıl oldu? Bir aralık farkına varmadan arkadaşlarımla aramdaki mesafeyi dehşetli surette açılmış buldum. Beni her zamanki âdetim üzerine en önde gidiyor zannetmiş olacaklar ki hiçbir taraftan bir ses çıkmıyordu.
1401 Türkçesini pek iyi bilmiyordum ama, gourde Fransızcada asmakabağı, sukabağı, balkabağı gibi bir manaya gelirdi. Hangisi olursa olsun fena şey... Zaten kısa boyum, kalınca vücudumla bu kabaklardan birine de pek benzemez değildim.
1402 Ah, ne güzel! söylemiyordu. Fakat bakışlarından, gülüşlerinden ne demek istediklerini anlıyordum. Bu, bana garip bir gurur veriyordu. Bir zaman gevezeliği, yaramazlığı bırakmaya mecbur oldum. Bu vaziyette bir insanın bebek gibi atlaması, sıçraması, yaramazlık etmesi şık bir şey olamazdı.
1403 Yüzümün, hele ağzımın hali felaketti. Yazı yazarken kalemi ağzıma soktuğum gibi, şimdi de fırçayı ağzıma sokmuştum. Dudaklarım yol yol sarı, kırmızı, mor boyalarla boyanmıştı. Bunları ne mendille, ne de su veya sabunla çıkarmama imkân olmadığını, hatta uğraşsam büsbütün sıvaştıracağımı biliyordum.
1404 Ne yapalım, artık olan olmuştu. Kapıyı hızla açarak fırtına gibi içeri atıldım. Kâmran pencerenin yanında ayakta duruyordu. Doğruca yanına gitsem, ne bileyim, mesela birbirimizin elini tutmamız lâzım gelecekti; kuzenimin kadın eli gibi temiz ve süslü ellerini ıslak ellerimin boyasıyla berbat edecektim.
1405 Gözüme masanın üstünde yine sırma tellerle birbirine bağlı paketler ilişti. Bunların bana ait olduğunu anladım. Artık işi gürültüye getirmekten, ellerimin, dudaklarımın boyalarını bir çocuk deliliği perdesi altında saklamaktan başka çare yoktu.
1406 Siyah önlüğümün eteklerini tutarak kutuların önünde muhteşem ve uzun bir reverans yaptım.' Bu esnada parmaklarımı biraz da eteklerime silmek ihtiyacını ihmal etmedim. Sonra, kutulara elimle birkaç sıkı öpücük göndererek bir parça da dudağımın boyalarını hafiflettim.
1407 Bunlar ne büyük iltifatlar, Kâmran Beyefendi, dedim. Gerçi şokololar, fondanlar biraz kılıcımızın hakkı ama, ne de olsa insan mahcup oluyor... Evvelki günkü kutuda bir nevi fondan vardı, inşallah onlara yeni kutularda da tesadüf etmek mümkün olur.
1408 Yalancı bir telaş ve sabırsızlıkla onun gösterdiği kutuyu açtım, içiden iki yaldızlı kitap çıktı. Bunlar Noel yortularında küçük çocuklara hediye edilen resimli bebek masalları kabilinden şeylerdi. Kuzenim, herhalde anlamadığım bir sebeple benimle eğlenmiş olacaktı.
1409 Hediyelerin her türü için teşekkür etmek lâzım, dedim. Fakat müsaade ederseniz küçük bir römork yapayım... Birkaç sene evvel siz de bir çocuktunuz. O vakit haliniz ve ağırbaşlılığınızla büyük insanlara benzerdiniz gerçi, ama ne de olsa, bir çocuktunuz değil mi.
1410 Artık size ermiş, yetişmiş bir genç kız muamelesi etmek lâzım geldiğini ağzınızdan işitmek beni pek bahtiyar etti Feride, dedi. Kitaplar için sizden af dilemeye lüzum görmeyeceğim. Çünkü fondanlar ispat etmiştir ki, kitaplar zaten bir şakadan başka bir şey değildi.
1411 Bunları yemek de bir sanattır, Kâmran. Hem bu sanatı, âcizane ben keşfettim. Bak, mesela sen şu sarıyı kırmızıdan evvel yemekte bir zarar görmezsin, değil mi? Halbuki ne yazık? Çünkü kırmızı; hem fazla tatlıdır, hem biraz nanelidir.
1412 Başımı biraz arkaya atarak tekrar dilimi çıkardım, fondanı üzerine koydum. Şeker, yavaş yavaş eridikçe başımı iki tarafa sallıyor, dilim serbest olmadığı için el hareketleriyle ona fondanın lezzetindeki fevkalâdeliği anlatıyordum.
1413 Mektep levhalarına ve haritalarına mahsus olan bu odanın biraz evvel kapısı açılmıştı. Sonra levhalardan birinin yere düşmesine benzer bir ses işitmiştim. Şimdi de arkadaki camlı kapının arkasında fare tıkırtısından farkı olmayan bir gürültü ve hareket hissediyordum.
1414 Kuzenime belli etmeden bu kapıya şöyle bir bakınca ne göreyim? Buzlu camın arkasında kocaman bir baş gölgesi... Derhal işi çakmıştım. Mişel'di. Bir haritaya ihtiyaç olduğunu söyleyerek aptal soru kandırmış, parloir'm yanındaki odadan bizi gözetlemeye gelmişti.
1415 O yaz, bir seyahat yaptım. Uzak değil, Tekirdağ'a kadar. Malum ya, hayatta Allah bana teyzeden bol bir şey vermemiştir. Bunlardan biri de Tekirdağ'dadır. Kocası olan Aziz Eniştemiz senelerden beri oralarda mutasarrıftır... Müjgân isminde benden üç yaş büyük bir de kızları vardır.
1416 Artık kocaman bir kız olduğumu, bir hafiflik yaparsam beni ayıplayacaklarını söyledikleri için hareketlerime son derece dikkat ediyordum. Yabancı kadınlara kompliman yaparken, suallerine ciddi ve nazik cevaplar vermeye çalışırken, kendimi misafirlik oyunu oynayan bebeklere benzetiyordum.
1417 Eniştemin, evi denize bakan yüksek bir bayırın üstündeydi. Müjgân Abla, benim, bazı yerleri dik bir duvara benzeyen bu bayırdan sahile inmemi evvela tehlikeli bulmuş, beni men etmeye uğraşmıştı. Fakat sonradan kendisi de buna alıştı.
1418 Bir gün Müjgân'la başımı almış, ta ilerideki bir burna doğru yürümüştük. Maksadımız, bu burnu meydana getiren kayaların öte tarafından koya geçmekti, fakat aksi gibi, yol kapalıydı. Ayaklarımızı çıkararak suya girmekten başka çare yoktu.
1419 Benimkilerin her zaman havada kaybolduktan sonra uzakta bir yakamoz parıltısıyla suları yıldızlandırmasına mukabil onunkiler gülünç bir patırtı ile bayırın taşlarına çarpıyor, yahut aşağı kumsala düşüyordu ve dehşetli gülüyorduk.
1420 Müjgân'a anlattığım şey, netice itibariyle, arkadaşlarımı nasıl bir kurt masalıyla aldattığımın hikayesiydi. Fakat o zaman rol icabı nasıl mahzunlaşıyorsam, şimdi de böyle bir mecburiyet olmadığı halde o hüznün yanına kendimi kaptırıyordum.
1421 Müjgân Abla'nın bu umulmaz baskısı karşısında bu sefer de ben sindim. Zaten vücudumda da uğraşmaya kuvvet kalmamıştı. Bütün bir gece dağda kurtla boğuştuktan sonra sabaha karşı kendini bırakan Mösyö Seguin'in Keçisi'ne dönmüştüm.
1422 Ayşe Teyzem'le Müjgân'ı çiftliğin havuzu kenarında büyüklerle dedikodu yapmaya bırakarak çocukları peşime takmış, etrafta otu ota, suyu suya katmıştım. Hatta bir aralık çıplak bir ata binmeye uğraşarak ufak bir tehlike de geçirmiştim.
1423 Sen hakikaten şaşılacak bir mahluksun, canavar gibi bir şeysin Feride, dedi. Akşam ne haldeydin? Sabahleyin iki saat bile uyumadın, tekrar ayağa kalktın. Halinde zerre kadar yorgunluk eseri yok. Rengin parlıyor, gözlerin parlıyor.
1424 Akşamüstü, arabamız geciktiği için yaya olarak dönüyoruz. Bu tabii, daha iyi. Zaten çiftlik uzak bir yerde değil... Teyzem, kendi yaşında iki komşusuyla arkadan geliyor. Biz, nihayet biraz canlanmaya karar veren Müjgân'la kol kola hayli önden yürüyoruz.
1425 Bahçelerde vakitsiz bir sonbahar başlamış, duvarları, çitleri saran yeşillikler kurumuş, tek tuk çiçekleri toz içinde saralıp buruşmuş. Seyrek fasıllarla birbirinden ayrılan cılız gürgenlerin ince, titrek gölgeleriyle beraber yolun tozları üzerine kuru yapraklar dökülüyor.
1426 Fakat Müjgân Abla insanı sabırsızlıktan çıldırtacak kadar mızmız. Tarlanın ortasında yürürken iskarpinin topuğu burkuluyor, kuru ekin saplarının ayaklarına batmasından korkuyor, iki karışlık bir hendekten atlamak lâzım geldiği zaman tereddüt ediyor.
1427 Aradakiler bize yetişinceye kadar biz, işimizi bitiririz demiştim ama, ben Müjgân ve böğürtlenlerle devamlı halde çalışırken onlar yolun alt başını bulmuşlardı. Galiba bizi merak elikleri için köşeyi dönüyorlar, arkaya bakıyorlardı.
1428 Evvelki gece ayın on beşi idi. Bir arkadaş grubuyla Alemdağı'na çıktık. Son derece güzel bir geceydi. Fakat benim yorucu eğlencelere tahammülüm yok. Sabaha doğru kimseye haber vermeden kendj kendime şehre indim. Hasılı, fena halde sıkılıyordum.
1429 Bereket versin Aziz Eniştem, misafirine fena halde kancayı takmıştı. Onunla görüştürmek için eve çeşit çeşit insanlar çağırıyor ve hemen her gün uzun bir araba gezintisine yahut yerlilerden birinin bağ ve bahçesine davete götürüyordu.
1430 Güzel ama, insana hüzün veriyor, dedi. Bu mevsimden sonra günler ekseriya bugüne benzer. Sonra kış. Bilmezsiniz buranın kışı ne kadar sıkıcıdır:.. Babam aksi gibi öyle bir alıştı ki, başka bir yere kaydıracaklar diye ödü kopuyor.
1431 Yürümeye başladım, fakat bir his bana bu uzaklaşmanın, başlamış lakırdıyı bırakmayacağını haber veriyordu. Bayırın kenarına gittikten sonra hiddetle denize taş atmaya başladım. Ara sıra yere eğilir gibi yaparak arkaya bakıyordum.
1432 Evvela gülerek konuşuyorlardı. Sonra ikisi de ciddileştiler. Müjgân, söyleyeceği şeyleri bulmakta güçlük çekiyor gibi şemsiyesiyle toprağa çizgiler çiziyor, kuzenim bir heykel gibi dimdik duruyodu. Nihayet ikisinin de dönüp bana baktıklarını ve fenası, yanıma doğru yürümeye başladıklarını gördüm.
1433 Onun için, hiçbir zorum, sıkıntım yokmuş gibi, ara sıra denize taşlarımı atmakta devam ederek, hızlı hızlı yürüdüm, ilerideki burnu dönersem selamete çıkmış olacaktım. Fakat aksiliğe bakın ki, bu sabah deniz çekilmiş, kayanın ucunda kupkuru bir geçit açılmıştı.
1434 Planım hazırdı. Kumsalda biraz daha yürüdükten sonra, oradaki bir keçi yolundan tekrar bayıra tırmanmaya başlayacaktım. Burası, keçilerin bile zor çıkacakları bir yol olduğu için onlar beni kovalamaktan vazgeçecekler, izimi kaybetmiş olacaklardı.
1435 Hiddetin sebebi anlaşılmıştı. Köpek, balıkçının kumsalda bir çalı ateşi üzerinde kaynamakta olan bir teneke katranını devirmişti. Büyük suç! Fakat, herhalde hayvancığın sandal küreğiyle öldürülmesini icap ettirecek derecede büyük suç değildi.
1436 Köpek bir kaya kovuğunun içine, aklınca emin bir yere saklanmıştı. Biraz sonra kürekli düşmanının, ikinci bir hücumuna uğradığı zaman ne yapacağını, kendi ayağıyla girdiği bu kapandan nasıl kurtulacağını düşünmeden, kesik kesik uluyordu.
1437 Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim. Bugün, küçük arkadaşlarım, benim davetimi beklemeden irili ufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağın etrafını sarmışlardı.
1438 Bu hal, çocukları büsbütün hırslandırmıştı. Sabırsızlıklarından, çizdiğim sınırı aşarak, kendilerini salınacağın önüne atıyorlar, Müjgân'la Kâmran, onları kollarından çekerek yüzlerini, gözlerini çarpıp dağıtmalarına mani oluyorlardı.
1439 Çaresiz salıncağı durdurdum ve çocuğa çıkışmaya başladım. Bir parça hızlı sallanmaktan korkacak çocuğun, kolan salıncağında ne işi vardı? Bunlar evde küçük kardeşlerinin beşiğinde sallansalar daha iyi olurdu. Daha buna benzer birtakım sözler.
1440 Haydi küçük, Kâmran ağabeye yanaş, o, hanım gibi nazlı, nazik bir çocuktur. Ninnisi eksik bir sütnine gibi seni sarsmadan, yormadan uslu uslu sallar. Yalnız, fazla kıpırdama. Çünkü nazik kollan seni zapt edemez, tkiniz de düşersiniz.
1441 Dağınık saçlarının arkasından, pırıl pırıl yanan yeşil gözleri bende garip bir kin; bir zulüm meyli uyandırıyordu. Kuvvetle dizlerimi bükerek salıncağa çılgın bir sürat verdim. Şimdi, her gidiş ve gelişte başımız yaprakların içine dalıp çıkıyor, saçlarımız birbirine karışıyordu.
1442 Dudakları saçlarımın arasından alnıma, gözlerime dokunuyordu. Dizlerim büküldü; birbirine kenetlenmiş ellerim açılmamakla beraber kollarım iplerin etrafına kaydı. Kâmran, beni bu esnada kavramamış olsaydı, muhakkak düşecektim.
1443 Nişanlılığımın ilk haftaları herkesten kaçmakla geçti. Bunların başında Kâmran geliyordu. O, benimle yalnız kalmak, beraber gezinmek ve konuşmak istiyordu. Zannederim, bu, her nişanlı gibi onun da hakkıydı. Fakat ne çare ki, ben dünyadaki nişanlıların en acemi ve vahşisiydim.
1444 Feride, zannederim ki, artık çocukluğu bırakmak zamanı gelmiştir, dedi. Şimdi senin yalnız teyzen değilim, annenim de... Buna pelc mumnun olduğumu söylemeye lüzum yok değil mi? Sen, Kâmran için, huyunu bilmediğim herhangi bir yabancı kızdan çok daha iyisin.
1445 Yalnız... Yalnız biraz fazla havaisin. Çocuklukta bu, belki pek zararlı bir şey değildir. Fakat gitgide büyüyorsun. Büyüdükçe de elbette ağırlaşacaksın, akıllanacaksın. Mektebini bitirmene ve evlenmenize aşağı yukarı; dört sene var.
1446 Hayli uzun zaman. Böyle olmakla beraber sen, nişanlı bir kızsın. Ne demek istediğimi, bilmem anlatabiliyor muyum? Ciddi ve ağırbaşlı olmalısın. Çocukluğa, yaramazlığa, inatçılığa artık nihayet vermelisin. Kâmran'ın ne kadar ince hisli ve nazik olduğunu biliyorsun.
1447 Kelimesi kelimesine aklımda kalmış olan bu sözlerde hakikaten yakıp hırpalayacak bir şey var mıydı? Bunu bugün bile anlamış değilim. Fakat, ne bileyim, teyzemin beni kıymetli oğlu için biraz küçük gördüğü korkusunu seziyordum.
1448 Dünyada en acıdığım, alay ettiğim insanlar, nişanlı kızlardı. Ben, onlardan biri oldum. Onlara yalvar. Kimse bana, nişanlı demesin. Yerin dibine geçiyorum, korkuyorum, ben daha çocuğum. Önümüzde daha dört uzun sene var. O zamana kadar daha büyürüm, alışırım.
1449 Böyle olmakla beraber, yine de köşkte pek rahat sayılmazdım. Mesela, mevkiim büyüdüğü için, günün birinde beni evin daha hatırlı bir odasına taşıyorlar, perdelerimi, karyolamı, gardırobumu değiştiriyorlardı ve bunun sebebini sormaya, tabii cesaret edemiyordum.
1450 Kimse, henüz bir şey söylemediği halde artık sokaktan çocuk çağırmaya da cesaret edemiyordum. Kırk yılda bir ağaca çıkmak için bucak bucak saklanmak ve geceyi beklemek lâzım geliyordu. Fakat, bunların arasında en başa çıkılmazı, Kâmran'dı.
1451 Hakikat şuydu: Teyzem, beni bir gün yatak odasındaki gardırobundan galiba bir mendil almaya göndermişti. Gardırobun aralık bir gözünde mavi kadife kaplı bir mahfaza gördüm. Bu, benim nişan yüzüğümdü. Onu bir dakika parmağımda seyretmek hevesine karşı koyamadım.
1452 Söylesem muhakkak bir çaresini bulacaklardı. Fakat, nedense, bu yüzükle yakalanmak fena halde kibrime dokunuyordu. İşte o zaman, parmağımı bir sargı ile bağladım. Tam iki gün vakit buldukça odama kapanıp sargıyı çıkararak kendi kendime saatlerce uğraştım.
1453 Bir sene evvel uydurma bir masaldan bahsederken ne kadar serbest ve farfaraysam bu sene hakikaten nişanlı bir kız vaziyetine düştükten sonra o kadar korkak olmuştum. Arkadaşlarımdan beni tebrik edenleri kısa, kuru bir teşekkürle başımdan savıyor, yılışmak meylini gösterenlere yüz vermiyordum.
1454 Konuşmayı bu kadarla keserek ayrıldık. Arkadaşımın babası, bizim köşkten ayağı eksik olmayan bir insandı. Aile dostumuz gibi bir şeydi. Havadisin doğru olması mümkündü. Fakat, nasıl oluyor da, bana bir şey söylemiyorlardı. Günleri hesapladım.
1455 Kapıda beni, köşkün köpeği karşıladı. Bu, ihtiyar köpek, son derece açgözlü ve dalkavuktu. Çantamda, iyi kötü daima yenecek bir şey bulunduğunu bildiği için yolumu kesiyor, karşımda ayağa kalkarak geri geri yürüyor, ön ayaklarıyla bana tutunmaya çalışıyordu.
1456 Birbirimize bir şey söylemeden bahçenin sonuna kadar yürüdük. Kâmran, beklediğimden çok fazla müteessir ve dargın görünüyordu. Bu üç ay içinde ne olmuştu, aramızda ne değişmişti, bilmiyorum. Fakat, bu saatte kendimi ona karşı suçlu görüyor, şimdiye kadar gösterdiğim vahşiliğe pişman oluyordum.
1457 Kış ortasında olduğumuzu unutturacak kadar güzel ve sakin bir akşamdı. Etrafımızdaki kuru dağ tepeleri bir mercan kızıllığı içinde yanıyordu. Kâmran'a karşı suçlarımı bu kadar kolay kabul etmemde bunun da mı tesiri vardı acaba, bilmiyorum.
1458 Ellerini oturduğum koltuğun kenarlarına dayayarak bana doğru eğildi. Bu vaziyette dört tarafımdan kuşatılmış bulunuyordum. Bana el dokundurmadan yaklaşmak için kurnazca bir buluş. Oturduğum yerde kirpi gibi büzülüyor, omuzlarımı kaldırarak geri çekiliyordum.
1459 Köşk, boyacılar, dülgerler, terziler, uzak semtlerden gece yatısına gelmiş akrabalarla dolup boşalıyordu. Hekes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu.
1460 Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü münasebetsizlikler yapıyordum. Son parti bana, bir delilik arız olmuştu. Eskiden olduğu gibi, misafir çocuklarını peşime takıyor, köşkün altını üstüne getiriyordum.
1461 En iyisi, çocuklara paylarını dağıttıktan sonra, herbirini bahçenin bir köşesine dağıtmak ve tabağı kümesin içine saklamaktı. Fakat ben bunu, daha doğrusu aşçının, hırsızlığı fark edince hiddetle öteye beriye koşacağını akıl edememiştim.
1462 Düğüne üç gün kalmıştı. Yine her akşamüstü mahut arka bahçenin kapısında çocuklarla ip atlarken, yeni bir hücuma uğradım. Fakat bu seferki hücumu yapan, ilkinde beni aşçıdan kurtarmaya çalışan terzi matmazel, altmış yaşında olmasına rağmen, bu akşam o da bana karşı ateş püskürüyodu.
1463 Üzülmeyin teyze, dedim. Çok değil, daha üç güncük dişinizi sıkmanız lâzım. O zaman benim için, teyzeden başka bir adınız ve sıfatınız olacak. Çalıkuşu'nun teyzesine yaptığı naz ve şımarıklığı Feride'nin, o hanımefendiye yapmaya cesaret edemeyeceğini size temin ederim.
1464 Kendi kendime dolaşıyor gibi yaparak, mutfağın arkasından dolaştım, aşçı ile bir iki kelime konuştum. Sonra ağır ağır dış kapıya yürümeye başladım. Maksadım, izimi büsbütün kaybettirdikten sonra bahçe duvarının dibinden onun yanına inmekti.
1465 Siyah çarşaflı kadın, birdenbire durmuştu. Biraz evvel kendisini Feride ile görüştürmemi sabısızhkla istediği halde şimdi karşımda put kesilmesine ne mana vermeliydi? Acaba Feride'nin ben olduğuma hâlâ inanamıyor muydu? Yoksa başka bir şey mi vardı.
1466 Kadının sükûtu, biz kanepeye oturduktan sonra da devam etti. Fakat, nihayet karar vermiş olacak ki, elinin sert bir hareketiyle peçesini kaldırdı ve otuz yaşlarında, zeki ve sinirli bir kadın çehresi meydana çıktı. Havanın karanlığına rağmen benzinin korkunç surette sararmış olduğu görülüyordu.
1467 Feride Hanım, dedi. Ben, bir eski arkadaşımın zoruyla bir elçi vaziyetinde buraya geliyorum. Fakat, üzerime aldığım vazifenin bu kadar güç olduğunu kestırememiştim. Biraz evvel sizi görmek için ısrar ettiğim halde şimdi adeta kaçmak istiyorum.
1468 Bu, bir yaprak bile kımıldamayacak kadar sakin ve güzel yaz akşamında beklenilmez bir fırtınanın gelip çattığını gayet iyi anlıyor, fakat nereden geldiğini anlayamadığım bir kuvvetle buna karşı durmaya kendimi hazır buluyordum.
1469 Kadına söylediğim son cümlede bir parçajalay bile vardı. Ayağa kalkmamakla beraber yerinde doğrulusundan, sinirli bir hareketle çarşafının eteklerini düzelterek kanepenin tahtalarını tutuşundan, onun da artık bu işi kısa kesmeye karar vermiş olduğunu anladım.
1470 Arkadaşımın adı Münevver'dir. Eski mabeyincilerden birinin kızıdır, ilk defa sevdiği bir adamla evlenmiş, bahtiyar olamamıştı. Sonra hastalandı. Doktorlar Avrupa'ya gönderilmesini tavsiye ettiler. Tam iyi olup memleketine döneceği bir sırada başına bu geldi.
1471 Öyledir, Feride Hanım. Fakat hiç fena bir insan değildir. Gayet içlidir. Kâmran Bey, onun için rasgele bir macera değildir. Onunla evlenmeyi umuyordu. Bir kabahat varsa tamamıyla Kâmran Bey'de. Çünkü bir başkasıyla sözlü olduğunu bile saklamış.
1472 Geldiğin günden beri gece demezsin gündüz demezsin, yazarsın da yazarsın. Ne bitip tükenmez yazıdır bu? Mektup desem değil; mektup, deftere yazılmaz. Kitap desem değil, bizim bildiğimiz, kitabı saçlı sakallı ulemalar yazar. Sen parmak kadar çocuksun.
1473 Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdum! yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattat gibi sülüs yazılar, iki par etmez yazdıkları. Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğr bir şeyler karalarlar, ne çıkarsa onlardan çıkar.
1474 Biz, dairelerdi ne kadar taban tepmiş, ne çeşit memurlar görmüşüz, bilirsil sen? Bir derdin vardır senin, vardır ama, her neyse onun sı bizlere düşmez. Yalnız yazarken, parmaklarını mürekkepl boyamamaya gayret et ki, çocuklara karşı asıl ayıp odur.
1475 Adamcağızın hakkı var. Mademki artık koskoca insanım, yarın, öbür gün işine başlayacak bir hocayım; o halde kendimden, çocukluğumdan hiçbir iz, eser bırakmamaya çalışmalıyım. Hakikaten parmaklarımdaki hatta Hacı Kalfa'nın söylememesine rağmen, dudağımdaki mürekkep lekeleri ne oluyor.
1476 Odam darmadağınık, iskemlelerin üstüne elbiseler atılmıştı. Açık dolap gözlerinden çamaşırlar sarkıyordu. Benim cesaret ettiğim şeyi yapacak insanın, arkasında derbeder bir mektep çocuğu odası bırakması ayıptı. Fakat, ne çare ki vakit çok dardı.
1477 Nereye gideceğimi, ancak, sokağa çıktıktan sonra düşündüm. Evet, ben nereye gidecektim? Yarın olsa kolay. Zihnimde müphem surette tasarlanmış bir şeyim vardı. Asıl mesele bu geceyi geçirmekteydi. Gecenin bu saatinde nereye sığınabilirdim.
1478 Her şeyi göze almış olmama rağmen elimde valizimle sabaha kadar tarlalarda dolaşamazdım ya. Biraz sonra köşkte bir kıyamet kopacaktı. Rezalet korkusuyla belki polise başvurmazlardı. Fakat, etrafa kol kol arayıcılar çıkacağı muhakkaktı.
1479 Evvela, aklıma, civar köşklerde oturan bazı arkadaşlarım geldi. Beni muhakkak ki iyi karşılayacaklardı. Fakat, yaptığım az çok bir rezaletti. Bu vaziyette bir kızı bir gececik olsun evlerine kabul etmek, belki tuhaflarına gidecekti.
1480 Sonra bu fevkalâdeliği izah için onlara bir şey söylemek lâzım gelecekti. Yabancılara hesap vermenin ve onlardan nasihat dinlemenin gücüme gideceğini hissediyordum. Nihayet, ilk aklıma gelen isimler tabiatıyla evdekilerin de aynı kolaylıkla düşüneceği isimler olacak.
1481 Geçen sene bir gün, uzunca bir akşam gezintisinden dönerken onun evine uğramış, yarım saat kadar bahçesinde dinlenmiştik. Eskilerimi daima ona verdiğim için benimle arası gayet iyiydi. Geceyi onun evinde geçirirdim ve kimse, benim orada olacağımı akıl edemezdi.
1482 Çaresiz, yaya olarak Sahrayıcedit yolunu tuttum. Karanlıkta bir gölge gördükçe, yahut bir ayak sesi işittikçe tireyerek duruyordum. Gece vakti, ıssız kır yollarında, tek başına dolaşan bir kadından kim şüphe etmezdi? Bereket versin, ortalıkta in cin yoktu.
1483 Yalnız bir bağın kenarından geçerken küçük bir tehlike atlatım. Karşıdan türkü söyleyerek birkaç sarhoş geliyordu. Bir sıçrayışta bağın kenarındaki alçak çitin üstünden aştım; onlar geçip gidinceye kadar orada gizlendim. Bağda köpek falan olsaydı halim haraptı.
1484 Sütnine ile ihtiyar kocası, beni görünce şaşırdılar. Yolda hazırladığım kurt masalını okudum. Büyük amcamla Üsküdar'dan geliyorduk. Şurada arabamızın tekerleği kırıldı. Bu saatte başka araba da bulamadık. Çaresiz, yaya dönüyorduk.
1485 Annemi çok sevmesine mukabil, teyzemlerle arası bozuktu. Büyükkannem sağken ara sıra yalıya gelir, bana boyalı Eyüp oyuncakları getirirdi. Fakat, o öldükten sonra kalfa, büsbütün ayağını kesmiş, teyzelerim de adını anmaz olmuşlardı.
1486 Annemi ben, hayal meyal hatırlarım. Bazı terk edilmiş odalarda, toza, taprağa bulanmış, çizgileri ve boyaları silinmiş eski resimler şeklinde belli belirsiz bir hayal. Bu hayal, bugüne kadar bende ne bir hüzün, ne bir fazla sevgi uyandırmıştı.
1487 Onun patiska perdeli küçük odasında geçirdiğim ilk saatlerin tadını dünyada unutamayacağım. Beni, soyduktan sonra, dokuma bir örtü ile kaplı kerevetinin üzerine yatırdı, başımı dizine koydu, alnımı ve saçlarımı okşayarak annemi anlatmaya başladı.
1488 Kalfayı dizlerimin üstüne oturtup hoplatarak, buruşuk yanaklarını çekiştirerek anlattım ki, o eller için şimdilik fazla bir tehlike yoktur. Yaramazlık eden birkaç küçüğün ara sıra kulaklarını çekmekten başka bir şeyde kullanılacak değildir.
1489 Anadolu'da nasıl hocalık edeceğimi, neler yapacağımı öyle neşe ile anlatıyordum ki, nihayet, o da, benim heyecanıma kapıldı. Yeşil bir bürümcüğe sarılı küçük Mushaf mı duvardan indirdi ve onun üzerine yemin etti ki, burada misafir kaldığım müddetçe, beni ele vermeyecektir.
1490 Ben, onu hiçbir zaman ne beğendim, ne istedim, ne de başka türlü bir his duydum. 'Böyledir de niçin onunla evlenmeye razı oldun?' diyeceksin. Çalıkuşu'nun kafasızlığı malum. Bir delilik yaptık. Fakat, bereket versin ki, kendimi vaktinde topladım.
1491 Oğlunuz için böyle düşünen bir kızın saadetli eviniz için nasıl bir felaket olacağını anlamanız lâzım gelir. İşte, bugün, içinizden ayrılmak ve aradaki bütün bağları kesmek suretiyle bu felaketin önünü aldım. Senelerden beri gördüğüm iyiliklerin birazını ödedim.
1492 Bunun için en iyisi, artık birbirimizin adını anmamak olacaktır. Farz edin ki, Çalıkuşu da, anası gibi bir köşede ölüp gitti, isterseniz bir iki damla gözyaşı dökün; ona karışmam. Fakat, sakın uzaktan, bir yardıma filan kalkayım demeyin; hakaretle reddederim.
1493 Merdiven parmaklığının kenarına sekiz on su kovası dizmişler, üzerine — Köşkte tahterevalli oynamak için kullandığımız tahtalara benzerbir uzun tahta alarak garip bir peyke meydana getirmişlerdi. Peykenin üzerinde kadınlı erkekli bir yığın insan oturuyordu.
1494 Aman Yarabbi, neler söyleniyordu! Benim gibi kadınlar, hocalıktan ziyade, sanata heves etmeliymişler. Beyefendinin buyurdukları gibi, istida ile şahadetname arasındaki farkı henüz anlamamış olduğuma göre hocalıkta muvaffak olacağım esasen şüpheliymiş.
1495 Tekrar merdivenleri çıktık, ihtiyar hocanım, bu sefer beni, büyük bir kalem odasından buzlu bir camekânla ayrılmış, minimini bir hücreye soktu. Bugün, hakikaten şansım yoktu. Çünkü, orada da pek ümit vermeyen bir manzara ile karşılaştım.
1496 Artık, işime olmuş gözüyle bakıyor, müdürün boynuna atılmak, sakalının beyaz tarafından öpmek istiyordum. Şahap Efendi, beni kalem odasında karışık bir masanın önünde oturttu, müdürün istediği müsveddeyi yazmak için bana sualler sormaya, söylediklerimi bir kâğıt parçasına not etmeye başladı.
1497 Yanında başka kimseler olduğu için daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemedim. Fakat bu kâğıdı kime götüreceğimi, ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Belki Naime Hocanım'ı tekrar görürüm ümidiyle etrafıma bakınırken gözüme Şahap Efendi ilişti.
1498 Müdür, bu sözleri söylerken, onun, vakitsiz bir mihnetle çökmeye başlamış omuzlarını okşuyordu. Giyinişinden, halinden, tanıdığım inanların hepsinden başka türlü bir insan olduğunu anlamıştım. Müdürü dinlerken hafifçe eğiliyor, iyi işitmek için elini kulağının arkasına koyuyordu.
1499 Bir sabah, Gülmisal Kalfa beni vapura getirdi. Şahap Efendi, erkenden rıhtıma gelmiş, bizi bekliyordu. Bu çocuğun insanlığını dünyada unutamayacağım. Her işimle uğraşmış, gittiğim yerde, ineceğim otelin adresine kadar hiçbir şeyi ihmal etmemişti.
1500 Bu Hacı Kalfa ile ne iyi dost olmuştuk. İlk sabah uyanır uyanmaz giyinmiş, çantamı koltuğuma alarak sıçraya sıçraya otelin merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Hacı Kalfa, yine o beyaz peştemalıyla küçük bir havuzun yanında nargile temizliyordu.
1501 Ben Maarif Nezareti'nden tayin kâğıdımı aldığım dakikadan beri, artık, hafiflik etmemeye yeminliydim; fakat Hacı Kalfa'nın bir bebekle konuşur gibi hali karşısında, ben de birdenbire çocuklaşmış, çantamı top gibi havaya atıp tutmuştum.
1502 Akşama kadar öyle aç açına el âlemin yumurcaklarıyla uğraşılmaz, anladın mı efendim? Sana peynir, süt getirivereyim. Hem, efendim, bu daha ilk gün, acelesi müstacel değil, diye beni zorla havuzun başına oturtmuştu. Bu saatte otelin avlusunda kimseler yoktu.
1503 Ben, havuzun başında kahvaltı ederken Hacı Kalfa, bir yandan nargilelerini çalkalıyor, bir yandan bitip tükenmez şehir dedikodularıyla beni eğlendiriyordu. Aman Yarabbi, bu adam, neler biliyordu! Hele mektep hocaları hakkında.
1504 Az eğlen, seni ben götüreyim. Mektep yakındır, ancak yollar karmakarışıktır. Sonra kaybolursun, demiş sakat ayağıyla önüme düşerek beni, hakikaten kendi kendime kaybolacağım Merkez Rüştiyesi'nin yeşil boyalı tahta kapısına kadar götürmüştü.
1505 Kapıcı kulübesinde kimse yoktu. Bahçeden geçerken hareli bir dokuma çarşafa sımsıkı bürünmüş, yüzü iki katlı peçeyle kapalı bir kadına tesadüf ettim. Kolunda eski bir meşin çanta ile sokağa çıkmaya hazırlanıyordu. Beni görünce durdu.
1506 Bir köşeye sinmiş, utancımdan gözlerimi kapatmıştım. Hocalar, Huriye Hanım'ı bir türlü yatıştıramıyorlardı. Perde perde sesini yükseltiyor, öyle kelimeler söylüyordu ki, Merkez Rüştiyesi'nde değil, en adi bir sokakta bile ağza alınmazdı.
1507 Ortaklık, bir dakikada sütliman olmuştu. Huriye Hocanım, yalnız kalacağını anlayınca, yine ayıhp bayılmaya, ağlamaya başladı. Ders vakti galiba gelmişti. Hocalar defterlerini, kitaplarını, dikiş sepetlerini alarak birer birer dağılmaya başladılar.
1508 Avuç içi kadar yer, dedi. Nerede bulursun o taşına toprağına kurban olduğum İstanbul'u. Orada olsa kim kime, dum duma. Buranın dedikodusu boldur. Bunu, böylece bilmiş olasın. Benden sana nasihat; kâmil ol, uslu ol. Öyle çarşıda pazarda yüzü açık gezme.
1509 Ben iskemlede rahat edemem hemşireceğim, dedi ve tuhaf bir şekilde yere, ayaklarımın dibine oturarak dizlerini büktü, sonra entarisinin cebinden bir teneke tütün kutusu çıkararak kalın sigaralar sarmaya başladı. Bunlardan birini bana ikram etti.
1510 Sonradan pişman olmuştur o kız, hemşireceğim. Acırım ona. Yüreği hasretten göz göz olmuştur. Sen, kurşunla vurulanları hiç işitmedin mi, be hemşireceğim? Bazıları, vurulduklarının fakında bile olamazlar, üç beş adım koşarlar, kaçıp kurtuluyoruz sanırlar.
1511 Ortağım, burada kocama basmış büyüyü, basmış büyüyü. Dilini ağzını bağlamış adamcağızın. Lâkin, Manastır büyücüleri daha ustadır. Çok değil, üç mecidiyeyi gözden çıkardım mı, kocamı kadının elinden alırlar, yine bana getirirlerdi.
1512 Arif Hoca adında bir Arnavut varmış ki, domuz kulağını, birçok ameliyatlarla, bir dürbün haline getirirmiş, bir kadın bu garip dürbünü gözüne koyarak bir kere kocasına baktı mı, erkek ne kadar haşarı oluşa olsun, hemen yola gelirmiş.
1513 Manastırlı komşumun katmerli düzgünleri, kazan kulplu rastıkları, çökük gözevlerini korkunç bir halka ile saran kuyruklu sürmeleri, bende evvela bir tiksinme hissi uyandırmıştı. Fakat bunların, erkeğini tekrar elde etmek için yapılmış bir hile, bir süs olduğunu öğrenince içim sızladı.
1514 Penceremin karşısında dimdik yükselen dağın manzarası ilk günlerde beni eğlendiriyordu. Fakat, ondan da yorulmaya başladım, insan, bu dumanlı yamaçların rüzgârı içinde saçı başı dağınık, etekleri uçarak dolaşmadıkça, yalçın kayalar üstünde, keçi yavruları gibi sıçrayıp eğlenmedikçe neye yarar.
1515 Hacı Kalfa'nın on iki yaşlarında bir oğlu, on dört yaşlarında bir kızı var. Kızın adı Hayganuş. Pancar renginde, kara kırmızı yanakları, suçiçeği çıkıyormuş gibi iri sivilcelerle dolu, kalın kaşlı, mahcup ve beceriksiz bir ermeni kızı.
1516 Hacı Kalfa, okuryazar bir adam değilmiş ama, ilmin kıymetini takdir edermiş, insan her şeyi bilmeliymiş. Sırasına göre yankesicilik bile lâzım olurmuş. Mirat, iki sene Ermeni mektebine gitmiş, iki seneden beri de Osmanlı mektebinde okuyormuş.
1517 Hacı Kalfa'nın programına göre bu çocuk, iki senede bir mektep değiştirecek, yirmi yaşına kadar sıra ile Fransızca, Almanca, ingilizce, Italyancayı mükemmel öğrenerek tam bir adam olacakmış. Tabii, bu solucan gibi sıpsıska çocuk o zamana kadar bu yükün altında ezilip ölmezse.
1518 Şimdi gayet iyi hatırlıyorum. Kâmran, ben evvelden de, senden şimdiki kadar nefret etmediğim zamanlarda da gözlerine garezdim. Bu garez başladığı zaman, daha on iki yaşımda yoktum. Kendin de, elbette unutmamışsındır. Ikide bir avuçlarıma toz doldurarak yüzüne serperdim.
1519 Nerede kalmıştım? Evet Hacı Kalfa benim günlerden beri ilk defa açan güneşten doğan neşemi bir yerden iyi bir havadis öğrendiğime vermiş ve beni sıkıştırmaya başlamıştı. Kendime ait bir haberin ondan evvel benim kulağıma gelmesi mümkün mü.
1520 Kim bilir belki söylenmemesi lâzım gelen bir sırdır. Güneş, o kadar güzeldi ki, kaybolmak tehlikesini göze alarak otelin biraz ilerisindeki köprüyü geçtim, karşıma çıkan dik bir yokuşa vurdum, sonra, bir çayır, bir ağaçlık ve ikinci bir köprüden geçtim.
1521 Mektepte ihtiyar bir hatun var. Hem derslere devam ediyor, hem mektebin hizmetlerini görüyor. Kendi halinde, namazında, niyazında bir kadıncağız. Yalnız, yeni tedris usullerine vâkıf değil. Gayri, siz onu da çeker çevirirsiniz.
1522 Hanımefendi kızım, geçenlerde size karşı bir terbiyesizlik ettim. Allah aşkına kusuruma bakmayınız. Sinir hali, pek fazla müteessirim de... Ah kızım, benim neler çektiğimi bilseniz, halime acırsınız. Ne olur terbiyesizliğimi affedin.
1523 Etrafımızdaki kalabalığın gittikçe büyümekte olduğunu dehşetle gördüm. Hani İstanbul'da sokak ortasında diş çeken, leke sabunu, nasır ilacı satan yaygaracı esnafın etrafına nasıl üşüşürler, biz de öyle bir kalabalığın ortasında kalmıştık.
1524 Adamcağızın benim hesabıma kızmakta, telaş etmekte hakkı varmış. Akşama doğru iş bütün tafsilatıyla anlaşıldı. Maarif Müdürü, Huriye Hanım'ı tutuyormuş. Nezarete yazdığı tezkerede onun daha kıdemli bir muallim olduğunu ileri sürerek benim başka bir yere kaldırılmamı istemiş.
1525 Dün akşam gelen emir üzerine Maarif Müdürü, Rüştiye Müdiresi ve galiba Huriye Hanım'ın Rumeli'den hemşehrisi olan Muhasebe Müdürü geç vakit bir toplantı yapmışlar, beni bir köye atıp yerime Huriye Hanım'ı alıkoymak için plan tertip etmişler.
1526 Maarif Müdürü'nün sözleri üzerine şık bir Avrupa köyü gibi görmeye başladığım Zeyniler'e gelince, dağlar arasında kuş uçmaz, kervan geçmez bir yermiş! Bir seneden beri boş olduğu halde en düşkün muallimler bile oraya gitmeye yanaşmıyorlar mış.
1527 Arabanın hazır olduğunu haber vermeye geldiği vakit, az kaldı Hacı Kalfa'yı tanıyamıyordum. Beyaz peştemalını, taşlıklar, sofalar ve merdivenlerde, kendine göre bir ahenkle sürüdüğü şıp şıp terliklerini çıkarmış, arkasına soluk çuhadan yakası kapalı uzun bir ceket, ayaklarına imam galoşları giymişti.
1528 Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktan fırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor, gecenin sessizliği içinde çocuk feryatları, boğuk hırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uyku sersemliğiyle ilk aklıma gelen şey yangın oldu.
1529 Manastırlı Hanım'ın, arsız muhabbeti, nihayet kocasının canına yetmiş, zabit, ne pahasına olursa olsun kadını çocuklarıyla beraber memlekete göndermeye karar vermiş. Bu gece, biletlerin alınmış olduğunu, ertesi sabah erkenden hazır bulunmasını söylemeye gelmiş.
1530 O sabah, uyandığım vakit, karşı odayı boş buldum. Zabit, erkenden onu, çocuklarıyla beraber bir arabaya atarak götürmüş, komşum gitmeden beni görmek, helallik dilemek istemiş, fakat gece, onun yüzünden uykusuz kaldığımı bildiği için uyandırmaya kıyamamış.
1531 Ayrılık yeri burasıydı. Hacı Kalfa, iki tıpalı şişeye hazırlamış olduğu sularını çeşmeden tazeledi ve ihtiyar arabacıma uzun uzadıya tembihler verdi. Samatyalı Madam, gözleri dolu dolu, bir gün evvelden benim için yaptığı, çörekleri stepetime doldurdu.
1532 Saatler geçtikçe yollara mahzun bir ıssızlık çöküyordu. Bu Çeçen arabalarının ince, yanık sesli çıngırakları var icat edenler ne iyi düşünmüşler. Yamaçlarda, derelerde uyandırdıkları, uzak akisler insana adeta bir teselli sesi gibi geliyor.
1533 Yıkık bir değirmenin önünde abalı, sarıklı bir ihtiyara rast geldik, kaburga kemikleri soyulmuş zayıf bir ineği, ipinden sürüye sürüye bu evlerden birine doğru götürmeye çalışıyordu. Bizi görünce, durdu, dikkatli dikkatli bakmaya başladı.
1534 Belden büzmeli, bol siyah çarşafım, sımsıkı peçemle genç olduğumu anlamamak mümkün değildi. Böyle olduğu halde Muhtar Efendi, beni fazla süslü bulmuş olacak ki, tuhaf tuhaf baktı, sonra ineğini çıplak ayaklı bir çocuğa teslim ederek önümüze düştü.
1535 Köyün dar sokakları içine girmiştik. Evleri şimdi daha iyi görebiliyordum. Hani Kavaklar'da önüne ağlar serilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgârlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatıyordu.
1536 Bu Hatice Hanım, pek Müslüman bir kadınmış. Tarikata da mensupmuş. Köyün ölüsüne, dirisine o yetişirmiş. Mevlitleri o okur, gelinlerin yüzüne o yazar, sekeratta bulunan hastaların ağzına son zemzem damlasını o akıtır, kadın cenazelerini o yıkayıp yaşmaklarmış.
1537 Muhtar Efendi, herhalde medrese falan görmüş bir adama benziyordu. Fırsattan istifade ederek bazı nasihatlar vermek istediğini anladım. Usuli cedidin aleyhinde bulunmuyor, fakat yeni mekteplerin din derslerini ihmal ettiklerinden şikâyet ediyordu.
1538 O önde, ben arkada bahçeden geçtik, Maarif Müdürü Bey'in büyük fedakârlıklarla müceddeden ihya ettiği mektep binası da öteki evlerin eşiydi. Yalnız, alt kattaki direklerin etrafini henüz kararmaya vakit bulamamış tahtalarla çevirmişler, dershane haline koymuşlardı.
1539 Alt kat, zindan gibi karanlıktı, ihtiyar kadın, beni elimden tutarak dar bir taşlıktan geçirdi, eskilikten basamakları oynayan karanlık bir merdivenden çıktık. Yukarıki kat; viran bir sofa, bir de yüksek pencerelerinin tahta kepenkleri sımsıkı kapalı kocaman bir odadan ibaretti.
1540 Bu zavallı kadın, mektebin eski hocasıymış. Maarif idaresi, mektebi bu şekle soktuğu zaman onu sokağa atmaya acımış, iki yüz elli kuruşla burada alıkoymuş. Yarı hoca, yarı hademe gibi bir şey. Artık, ben nasıl istersem öyle çalışacakmış.
1541 Hatice Hanım, yavaş sesle dualar fısıldayarak merdivene doğru yürüdü. Ben, şimdiye kadar, böyle şeylerden ürktüğümü bilmiyorum. Fakat bu dakikada, servi kokularıyla dolu bir karanlık odada yalnız kalmak bir ürkeklik veriyordu.
1542 Küçüklüğümde bir masal dinlemiştim. Bilmem hangi küçük sultanı kaçırmak için uzak bir dağın arkasından bir eski zaman ordusu geliyormuş. Askerler, gündüz mağaralarda saklanıyor, geceleri yol yürüyorlarmış. Karanlıkta görünmemek için tekmil vücutlarını siyah kefenlere sanyorlarmış.
1543 Ben de bilmem kızım, bu köy eskiden onlarınmış. Şimdi mezarlarından gayri bir şeyleri kalmamış. Himmetleri hazır nazır olsun, erenlerdenmiş. Zeyni Baba bunların en büyüğü. Kimsenin iyi edemediği hastaları, buraya getirirler.
1544 İki saatten beri lambanın ışığında bu satırları yazıyorum. Dışarıdan, uzak bir su sesi geliyor, ara sıra tavanda tıkırtılar oluyor. Ensemde hafif bir üşüme hissi ile kulak veriyorum. O vakit, harap binanın içinde, daha başka sesler duymaya başlıyorum.
1545 Bugün cuma, mektep yok. Birkaç günden beri yağan yağmurlar durdu. Sonbahar, dışarıda son bir ayrılık bayramı yapıyor. Uzaklardaki sıradağlar, sazlıktaki sular da güneşe karşı gülümsüyor gibi... Hatta, serviler, mezar taşları bile korkunç sertliklerini kaybetmiş gibi görünüyorlar.
1546 Maarif Müdürü'nün, büyük fedakârlıklarla yenileştirdiği dershaneyi şimdi, sabahleyin, daha iyi gördüm. Burası, herhalde eski bir ahır olacaktı. Yalnız, altına tahta döşemişler, pencereleri genişleterek, cam çerçeve taktırmışlardı.
1547 Hatice Hanım, bu dolabın başka bir vazifesi olduğunu da söyledi. Öteden beri, dayakla uslanmayan yaramazları bunun içine hapsederek adam edermiş. Muhtarın, Vehbi isminde bir küçük oğlu varmış ki, hemen bütün zamanını bu sandığın içinde geçirirmiş.
1548 Ben yapmadım, eski hocanım yaptı kızım, dedi. Çocuklar böyle yerlere oturmaya alışmışlardır. Minare gibi şeyin üstünde adamın zihnine ders girer mi? Hocanım müfettiş falan gelir diye büsbütün atmaya da korktu. Çocuklar, mektebe geldikleri vakit evvela oraya oturtuyoruz.
1549 Hatice Hanım'ın çehresinden memnun olmadığı anlaşılıyordu, fakat bana karşı koymaya cesaret edemiyor, ne dersem yapıyordu. Ben, ellerim toz toprak içinde bu işleri bitirmeye çalışırken talebelerim de birer birer sökün etmeye başlamışlardı.
1550 Zavallıların kıyafetleri öyle sefil ve perişandı ki, hemen hiçbirisinde çorap, potin yoktu. Başlan, eski püskü bez parçalarıyla sımsıkı kundaklanmış, çıplak ayaklarındaki nalınları şakırdata şakırdata dershanenin kapısına kadar geliyorlar, orada nalınlarını çıkartarak yan yana diziliyorlardı.
1551 Çocuklar, beni görünce birdenbire ükmüşlerdi. Utana utana kapıdan bakıyorlar, kendilerini çağırdığım zaman kollarıyla yüzlerini kapıyorlar, yahut kapının arkasına saklanıyorlardı. O kadar ki, bazılarını bileklerinden tutarak yarı zorla sınıfa sokmaya mecbur oldum.
1552 Talebelerimi birer birer sıralara oturtuyor, yerlerini bellemelerini tembih ediyordum. Zavallıların hali görülecek şeydi. Bir türlü sıralara yerleşmesini beceremiyorlar, ağaç dalına yahut asma çardağına oturmuş gibi garip vaziyetler alıyorlardı.
1553 Sınıf, hemen hemen dolmuştu. Mektebin tek güzel ve yeni eşyası olan hoca kürsüsüne, kuvvetle elimi vurdum. Lakırdı söyleyerek, sessiz çalışmalarını tembih edecektim. Fakat benim gürültümü merak edip başını kaldıran bile olmadı.
1554 Yalnız bu siyahlıkları biraz açmak için beyaz ketenden geniş bir yaka. Ben, uzun saçı hiç sevmem, fakat hoca olduktan sonra başımı böyle bırakamazdım. Bir aydan beri, saçlarımı uzatmaya başladığım halde, henüz omuzlarıma inememişti.
1555 Sınıftaki bütün gürültülerin, yaramazlıkların elebaşısı olan Çalıkışu, sana ettiklerini acı acı çekmeye başlıyor. Bu sersem edici gürültünün önünü almak, talebelerimi sessiz çalışmaya, sınıfta verilen bir dersi hep birden dinlemeye alıştırmak için iki hafta uğraştım.
1556 Bu köyün evleri, sokakları, mezarları gibi çocuklarında da siyah bir neşesizlik var. Renksiz dudakları gülmenin ne olduğunu bilmiyor, durgun gözleri ağır bir melal içinde ölümü düşünüyor gibi. Ben bile, yavaş yavaş onlara benzemeye başlamıyor muyum.
1557 Eskiden ölümü ben başka türlü düşünürdüm, insan elli sene, altmış sene, hülasa istediği kadar yorgunluktan bitap düşünceye kadar gezer, koşar, eğlenir. Sonra, gözleri tatlı bir uyku ihtiyacıyla mahmurlaşmaya başlar. O vakit bembeyaz, temiz bir yatağa uzanır.
1558 Yeni başlayan uykuların hafif sarhoşluğu içinde gülümseye gülümseye sönüp gider. Güneşe karşı parlayan beyaz mermerler üstünde kucak kucak çiçekler... O mermerlerdeki küçük yalaklardan su içmeye gelmiş birkaç kuş... işte ölüm denince benim gözümde böyle sevimli ve hemen hemen neşeli bir hayal uyanırdı.
1559 Çocukların bu kadar ağır ve neşesiz olmalarına Hatice Hanım'ın da hayli yardımı dokunmuş. Bu kadıncağız, hocanın vazifesini, kalplerde dünya emelini söndürmek diye öğrenmiş. Her fırsatta yavrucakları ölümle yüz yüze getiriyor.
1560 Mektebe teneffüs usulünü de koyduk. Çocukları yarım saatte, bir saatte bir, bahçeye çıkarıyorum, eğlenceli, meraklı oyunlar öğretmeye çalışıyorum. Nedense, bir türlü bunlardan tat duymuyorlar. O vakit, çaresiz onları kendi hallerine bırakarak bir köşeye çekiliyorum.
1561 Bu mihnet çekmiş, yaşlı başlı insanlara benzeyen, yorgun çehreli, donuk gözlü kız çocuklarının en büyük eğlenceleri, bahçenin bir köşesine toplanıp ölüm, tabut, teneşir, zebani, kabir gibi korkunç kelimelerle dolu ilahiler okumaktan ibaret.
1562 Vehbi'nin, hoşuma giden bir hali de, kibir ve inadıdır. O, kocaman bir erkek kadar kafa tutmasını bilir. Derste yanlışını çıkardığım vakit hem utanır, hem kızar. Bir türlü yanlışını düzeltmek istemez. Daha üstüne varacak olursam isyan eder.
1563 Bir gün evvel civar bahçelerden birinde ince bir çocuk sesinin türkü söylediğini işittim. Bu ses, öyle tatlı, burada işittiğim seslerden o kadar başkaydı ki, başımı pencereye dayayarak gözlerimi kapamış, birkaç dakika kendimi başka yerlerde, adını anmak istemediğim vefasızlık memleketlerinde sanmıştım.
1564 Yuvanın soğuk neşesizliği içinde başını kanatlarının arasına saklayarak titreyen hasta ve küskün Çalıkuşu, yavaş yavaş canlanmaya, eski şenliğini tekrar bulmaya başlıyordu. Vücudumun hareketlerine tuhaf bir oynaklık, sesime, söyleşime hareketli bir ahenk geliyordu.
1565 Ders verirken gözlerim gayri ihtiyari ona dönüyordu. O da bana bakıyordu, inci dişlerinde tatlı bir gülümseme, lacivert gözlerinde dudaklarıma sürünürcesine hissettiğim bir muhabbetle annelik hissini ben, ömrümde ilk defa bugün duydum.
1566 Bu kızın annesi fena kadın, kızım, aklımda kalmadı, beş yıl evvel mi ne, bir jandarma mülazımıyle kaçtı. Bu kızcağız daha pek küçüktü. Ondan sonra, zabit de onu bırakıp başka memleketlere gitmişti. Kadın, dillenince delikanlılar dağa kaldırmışlar, hasılı kötü oldu gitti.
1567 O ağır ve korkak tavırlı, durgun bakışlı kızlar; yaralı ceylanı kovalayan av köpeklerine dönmüşlerdi. Kara bacaklarının üstünde sert bir çeviklikle sıçrıyorlar, leş kargaları gibi vahşi çığlıklar kopararak etrafında dönüyorlardı.
1568 Aklım başımdan gitmişti. Deli gibi odadan fırladım. Öyle koşuyordum ki, sağ ayağım merdivenin küçük tahtalarından birini çökerterek içine geçti. Ben, bahçeye çıktığım zaman muharebenin şekli değişmiş bulunuyordu. Munise'ye, kendi gibi küçük, fakat çetin bir yardımcı çıkmıştı.
1569 Bu dokuz yaşındaki yaramazın kahramanlığını unutamayacağım. Vehbi, çeşmeden akan suların biraz ötede meydana getirdiği çamur batağına girmiş, bir ördek gibi çırpınıyor, Munise'ye hücum edenleri korkunç bir çamur yağmuruna tutuyordu.
1570 Bu güzel, küçük kızı, kollarımda sıkarken duyduğum şeyleri söylemek mümkün değil. Kalbimin derinliklerinde gizli bir pınar kaynıyor gibi, göğsüme sıcak bir şeyler iniyor, bütün vücudumu, gözlerimi ıslatan, nefesimi kesen, ılık, baygın bir lezzet sarıyordu.
1571 Şimdi, bunları yazarken kalbim duruyor, gözlerimi uzaklara dikerek düşünüyodum. Evet, nerede. Ne vakit? Bu, herhalde eski bir rüyanın hatırası olmalı. Çünkü, bu uzak, silik hayalde, rüya gibi aklın almayacağı şeyler var. Kendimi havanın boşluğu içinde uçar gibi görüyorum.
1572 Vakitsiz ve haksız bir mihnete uğramış bütün çocuklar gibi, Munise'de de büyük bir insan hali var. Benim daha bir iki aydan beri anlamaya başladığım bazı şeyleri o, çoktan öğrenmiş. Evet, üç küçük kardeşinin kahrını hep o çekermiş.
1573 Bir hafta evvel bahçeye, komşunun ineği girmiş. Munise, onu kovmaya uğraşırken, en küçük kardeşi salıncaktan düşmüş, Abası onu bir temiz dövdükten sonra ahıra kapamış. İki gün kuru ekmek kırıntılarından başka bir şey vermemiş.
1574 Ben, onlara elimden geldiği kadar sevimli görünmeye, hatırlarını hoş etmeye çalıştım. Hatta bazılarına mektup yazmak, entari biçip dikmek gibi hizmetlerde bile bulundum. Şimdi, öyle hissediyorum ki benim hakkımdaki fikirleri biraz değişti.
1575 Kadıncağız, sırası düştükçe hafızı methediyor, manalı manalı göz kırparak bana ümitler veriyor. Bazı kayıt ve şartlara riayet edersem Hafız Efendi'ye zevce olabilmek şerefine layık görüleceğimi anlıyorum. Hasılı bu kadın, beni epeyce eğlendiriyor.
1576 Çoban Mehmet'le evlenecek Zehra, insanın rüyasına girse korkutacak kadar acayip bir mahluk, bir nevi delidir. Kına renginde çalı gibi sert, karmakarışık saçları, balmumu gibi renksiz yüzünde yine o renkte çilleri, daracık alnıyla bir hizada korkunç gözleri vardır.
1577 Fakat onun, birkaç günde bir, kendi kendine oynadığı bir oyun vardır ki, beni ötekilerden ziyade dehşetlendirir. Zehra, bahçenin ortasında, havadan gelen bir sesi dinliyor gibi yaptıktan sonra, gözlerini belertir, durduğu yerde bir çay semaveri gibi fokurdamaya, acayip sesler çıkarmaya başlar.
1578 Adamcağız, elimi tekrar tuttuktan sonra dayanamadı, utanıp sıkılmayı bırakarak, yüzüme baktı ve göz göze geldik. Daha fenası, tam bu esnada ocaktan yüzüme vuran kuvvetli biy çıra aydınlığında güldüğümü de gördü. Çobanın bu dakikadaki şaşkınlığı kadar ömrümde gülünç bir şey gördüğümü hatırlamıyorum.
1579 Hatice Hanım'dan işitmiştim. Burada kar, bir kere yağmaya başladı mı, nisana kadar bir daha kalkmazmış. Ne iyi şey, demek yaprakları bile siyah görünen bu karanlık ve can sıkıntısı niemleketin asıl baharı kış aylarında başlıyor.
1580 Öteden beri kar, benim için, yeni açılmış badem çiçeklerinden daha güzel bir şeydir. Bahçede bu beyaz, temiz, yumuşak ı şeylerin içinde yuvarlanmakta bulduğum neşe ve zevki hiçbir bayramda bulamam. Sonra insan, için için nefret ettiği insanlara karşı ne tatlı intikam vesileleri bulur.
1581 Benim vaktiyle bir düşmanım vardı ki, kardan çok korkardı. Kalın fanila yakalar içine sakladığı nazik boynuna haberi olmadan kar doldurur; o, soğuktan kızarmış dudaklarıyla titrer ve renkten renge girerken neşeden çıldırırdım.
1582 Kaç saat geçtiğini bilmiyorum, insan böyle hallerde zaman hissini kaybediyor. Mezarlık tarafındaki kapıyı vuruyorlar gibi bir ses işitmeye başladım. Rüzgârdan başka ne olabilirdi? Fakat hayır, bu rüzgâr sarsıntısından başka bir şeydi.
1583 Ah, şu çocuk gözlerindeki minnet! Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor. Fırtına içinde, viran bir gemi teknesi gibi sallanan bu sefil ve karanlık oda, ocağın kızıl akisleri içinde birdenbire öyle munis ve mesut bir yuva olmuştu ki.
1584 Çocuk, artık konuşmaya başlamıştı. Kolları boynumda, sarı saçları bileklerimden dökülerek, gözlerime bakıyor, sorduğum suallere ağır ağır cevap veriyordu. Dün akşam, üvey annesinden çok korkmuş, köyün öteki ucundaki bir ambara kaçarak samanların arasına girmiş.
1585 O dakikada, sevinçten nasıl çıldırmadığıma hayret ediyorum. Bu kadar kolay ele geçireceğimi umar mıydım? Akşamdan beri saatlerce düşünmüş, edebilecekleri itirazlara cevaplar bulmuş, yüreklerini rikkate geçirmek için zihnimde adeta nutuklar hazırlamıştım.
1586 Daha olmazsa annemden kalan birkaç parça mücevheri verecektim. Onları, bu zavallı küçük esiri kurtarmaktan daha iyi bir yere sarf edebilir miydim? Fakat, işte bunların hiçbirine hacet kalmıyor, Munise bir canlı oyuncak gibi kollarıma bırakılıyordu.
1587 Zeyniler'in, fakir, karanlık mektebi bugüne kadar, böyle bir bayram, böyle şenlik görmedi. Bundan eminim. Munise ile sevincimizden odalara, sofalara, sığmıyorduk. Kahkahalarımız, saçaklardan uyuşmuş kuşları uyandırıyor gibi tavanlardan şen cıvıltılar geliyordu.
1588 Munise, birkaç saat içinde nazlı bir küçükhanım halini almıştı. Al faniladan bir elbisem var ki, ben giyemezdim. Onu bir parça daraltıp kısaltarak ona koket bir kostüm yaptım. Kız, bu elbise içinde, nasıl anlatayım, bir içim su, ağza alınınca eriyen fondan şekerleri gibi bir şey oldu.
1589 Kar, bir gün evvelki şiddetini kaybetmiş olmakla beraber hâlâ devam ediyordu. Akşamdan evvel, çocuğu elinden tutarak bahçeye çıkardım. Hatice Hanım, Zeyni Baba'nın kandillerini yakmaya gidinceye kadar gezdik, birbirimizi kovaladık, mezar taşları arasında top muharebesi yaptık.
1590 Bu fakir köy çocuğu, birdenbire, bir asilzadeye benzedi. Her halinde, her sözünde ince bir sevimlilik var. Evvela, buna hayret etmiştim. Fakat, şimdi sebebini anlamaya başlıyorum. Munise'nin annesi herhalde dedikleri kadar adi olmayacak.
1591 Çocuk bana, son derece minnettar. Bazen, hiç sebepsiz yanıma yaklaşıyor, ellerimi tutarak yanaklarına, dudaklarına sürmeye başlıyor. O vakit ben de onun nazik bileklerini ellerimin içine alıyorum, minimini parmaklarını birer birer öpüyorum.
1592 Küçüğümün bir hali de, süsü çok sevmesi, fazlaca koket olması. Ben koket ruhlu kızlardan öteden beri pek hoşlanmam ama, Munise'nin ayna karşısında süslenmesi, beğene beğene kendisine gülümsemesi beni eğlendirmiyor değil. Hatta, dün elinde yanmış bir kibrit ucu da yakaladım.
1593 Gece yatağımda, gözlerim karanlığa dikili, saatlerce uykusuz kaldım. Büyük bir kararsızlık içinde perişan oluyordum; yüzsüz, zalim bu mektuplarda, kim bilir bana neler söylemeye cesaret ediyordu? Birkaç defa lambayı yakarak onları okumak istedim.
1594 Aradan iki gün geçti. Mektupları hâlâ orada duruyor, odanın havasına bir zehir neşreder gibi, beni, için için eritiyordu. Müzmin hüznüm, Munise'ye de geçmişti. Zavallı kız derdimin nereden geldiğini biliyor, beni hasta eden bu kâğıtlara kinle, nefretle bakıyordu.
1595 Munise, anlayamadığım bir hisle göğsüme sokulmuştu. Mektuplar birer birer yanarken, karşımızda ölmek üzere olan bir insan varmış gibi susuyorduk. Sıra dördüncüye geldiği vakit, içime dayanılmaz bir pişmanlık acısı çöktü. Fakat ötekiler yandıktan sonra, bunu bırakamazdım.
1596 Kalın kaputlu; kocaman çizmeli, şişman bir askeri doktor, merdiven basamağına oturmuş bir şeyler yazıyor, avluda yüzü seçilmeyen birkaç kişi ile konuşuyordu. Çehresini yandan görüyordum. Dolgun beyaz bıyıklı, kalın kaşları, canlı ve sevimli bir yüzü vardı.
1597 Yüzbaşım, bu muallime istanbullu. Nereden anladığıma şaşıyorsun, değil mi? Ah, yüzbaşım, sen kâinatta hangi hadiseye böyle koyun gibi bön bön bakmadın? Merdiveni çıkışından anladım. Gördün mü, nasıl keklik gibi sekiyor? Şimdi istersen yaşını da söyleyeyim: Bu kadıncağız, taş çatlasa kırktan fazla değil.
1598 Efendim, vaka malum, bir yaralımız var. Ehemmiyetli bir şey değil. Fakat bakılmaya muhtaç. Kendim biraz sonra gideceğim. Yapılacak şey, ehemmiyetsiz bir pansuman, ama ağızlarına, yüzlerine bulaştırmalarından korkuyorum. Onların doktora da emniyetleri zayıftır.
1599 Beş aydan beri zorla içime hapsettiğim yaramazlıklar yeniden taşmaya başlıyordu. Sör Aleksi'nin daima söylediği gibi, bana hiç yüz vermeye gelmez. Hemen şımarmaya, küçük bebekler gibi ağzımda kelimeleri ezip büzmeye, maskaralık yapmaya başlarım.
1600 Değil, kızım. Asıl sebep başka. Hatta, maişet derdi de değil. Sen, saklanmaya çalışıtıkça, daha iyi görüyorum. Kim olduğunu, aileni, evini falan sorsam söylemezsin, değil mi? Bak, bak nasıl biliyorum. Burada bir muamma var. Derin karıştıracak değilim.
1601 Ah benim sevgili ayılarım! Dizkapağını elmacıkkemiği sanır. Midesini tabanında farz eder ama, yerine göre karşısına dikilenlere duman attırır. Geçer molla, bir şey kalmaz. Allah'a şükret ki, az sola sapmadı o kurşun. Sen bir haftaya kadar dipdiri ayağa kalkmak ister misin.
1602 Yok, burası rahat geldi de, biraz yatayım dersen o başka. Öyleyse, bu kızcağız ne derse yapacaksın, anladın mı? Doktorun artık o. Yaranı o değiştirecek. Eğer ev ilacı falan diye bir halt ettiğini duyarsam, vay haline... Alimallah tekrar gelir, çatır çatır keserim bacağını.
1603 Kes sesini be. Yazık senin erkekliğine! Koskoca bıyıklı, sakallı herif, parmak kadar kızın yanında bağırmaya utanmaz mısın? Bu yara değil oyuncak. Böyle hastabakıcıya düşeceğimi bilsem, ben bile bir tarafımı şöyle zararsızca kestirirdim.
1604 Şimdi, onları daha iyi görüyorum, ilk bakışta bir çocuk, yeni yetişen bir dandy sandığım Maarif Müdürü, hemen hemen elliye dayanmış bir köseydi. Durmadan kaşını, gözünü oynatıyor, söylediği her kelime için kırış kırış yüzüne ayrı bir mana veriyordu.
1605 Azizim, büyük projelerim var. Her şeyi yıkıp yeniden yapacağım. Tertemiz müesseseler, istediğim tahsisatı vermezlerse vay hallerine. Çok tedarikli geldim, istanbul matbuatı ateş etmeye hazır bir batarya vaziyetinde, benden küçük bir işaret üzerine bam bum.
1606 Efendim, böyle kepaze binada çocuk terbiye edilemez. Sonra talebe de az. Vilayette kaldığım müddetçe bütün gayretimi sarf edeceğim, köylerden birçoğunu ucuz, fakat zarif, sıhhi, modern, yani müceddet mekteplere sahip etmeye çalışacağım.
1607 Efendim, Avrupa'da güzel bir âdet vardır. Baba adını da ilave ediyorlar. Daha muvazzah bir isim olur. Siz muallimler, bu yenilikleri tatbik edivermelisiniz. Faraza künye defterine talebenizi, Melahat babası Ali Hoca, diye yazacağınıza, Melahat Ali deyiverirsiniz, olur biter.
1608 Havadis, çabuk köyün içine yayılmıştı. Cuma olmasına rağmen çocuklar, çocuk anaları mektebe koşuyorlar, mekteplerinin kapanmasından pek müteessir görünüyorlardı. Mektep gibi kendime karşı da yabancı ve hissiz sandığım çocukların ağlayarak elimi öpmeleri bana çok dokundu.
1609 Gözlerini indirerek susuyor, daha ısrar edersem yalandan gülmeye, boynuma sarılmaya başlıyor. Fakat ben, bu yalancı neşeye inanmıyordum. Munise'nin asıl sevincini ben bilmez miyim? Mamafih, bu berrak çocuk gözlerinde her zaman bir parça hüzün bulmuştum.
1610 Munise, dizlerime sarılarak eteklerimi öptü, sonra koşa koşa bahçeye gitti. Bu yaptığım, büyük bir ihtiyatsızlıktı, biliyorum. Eğer bu kadınla görüştüğümü duyacak olurlarsa, fena şeyler söyleyecekler, belki de burada ismimi lanetle anacaklardı.
1611 Nihayet, göründüler. Onların ana, kız yan yana gelişleri öyle hazin, öyle hazin bir şeydi ki... Birbirinden çekinir, utanır gibi ayrı ayrı yürüyorlar, çamurlara batıyor gibi yaparak, gecikiyorlardı. Bu kadına muhabbetle, şefkatle dolu bir şeyler söylemeye hazırlanmıştım.
1612 Uzun boylu, narin yapılı bir kadıncağızdı. Arkasında yamalı bir eski çarşaf, yüzünde peçe yerine mor bir yemeni, ayağında topukları kopmuş, sırılsıklam, yırtık iskarpinler vardı. Birden korkuyor gibi titrediğimi hissediyordum.
1613 Çocuğu gayri ihtiyari bir hareketle omuzlarından tutarak dizlerime doğru çektim. Göğsüm, derin nefesle şişiyor, gözlerim doluyordu. Üstüme aldığım; büyük, çok büyük bir vazifeydi. Fakat ben, bunu yapacak, Munise'yi güzel ahlâklı bir kadın olarak yetiştirecektim.
1614 Hanımcığım, görüyorum ki, talih size, bu küçük kızı elinizde büyütmek bahtiyarlığını nasip etmemiş. Ne yapalım, dünya bu! Şunu size söylemek isterim ki, gönlünüz rahat etsin. Ben onu bağrıma bastım. Kendi kızım gibi büyüteceğim.
1615 Küçük kollarını belime dolayan Munise'nin tekrar titremeye başladığım hissettim. Yeni bir kabahati bulunmuştu. Demek gizli gizli anasını görüyormuş. Sonra, daha hazini, bu görüşmeleri benden gizlediğini kadına söylemeye nedense utanmış.
1616 Eğer burada kalmış olsaydık, çocuğu her zaman size gösterirdim, dedim. Halbuki ben yarın ...'ye hareket ediyorum. Oradan nereye gideceğim belli değil. Yüreğiniz rahat olsun hanımcığım. Ona ana olacağım diyemem. Çünkü annenin yerini hiçbir şey tutamaz.
1617 Bu söz, zavallı kadında, ince bir ruh olduğunu gösteriyordu. Zaten halinden, tavrından, yüzündeki manalarından da anlamıştım. İlk tahminim doğruydu. Munise, yüzü gibi ruhunun inceliğini ve kibarlığını bu talihsiz anneden almıştı.
1618 Son fırtınanın devirdiği cılız bir kavak ağacının gövdesine oturduk. Munise'yi aramıza aldık. Şimdi, söylemek sırası ona gelmişti. Zavallıcık, hayatını bana anlatırsa daha hafifleyeceğini hissediyormuş gibi bir hareketle söylüyordu ve öyle düzgün konuşuyordu ki.
1619 Bu kadının sade, fakat hazin bir sergüzeşti vardı, istanbul'da Rumelikavağfnda doğmuştu. Küçük bir memur olan babasıyla anası birbiri arkasına ölünce onu Bakırköy'de kibar bir aileye evlatlık vermişlerdi. Evin çocuklarıyla beraber büyümüş, hemen hemen bir küçükhanım muamelesi görmüştü.
1620 On beş, on altı yaşına geldiğinde ona adeta iyi kısmetler çıkmaya başlamıştı. Fakat, o hiçbirisini istemiyor, hepsine bir bahane buluyordu. Çünkü onun bir sevdiği vardı: Evin küçük beyi, o vakit Harbiye Mektebi'ne giden, bıyıkları henüz terlemiş bir genç.
1621 İşte bu sıralarda eşkıya takibi için köye bir jandarma kolu gelmiş, iki üç hafta, sazlığın karşısında çadır kurup oturan bu askerlerin genç zabiti onu takibe başlamış. Kadın da nasılsa şeytana uymuş ve kocasını, çocuğunu bırakarak zabitle beraber kaçmış.
1622 Bu sade hikâye, bilmem neden, bana çok tesir etti. Akşam yaklaşıyordu. Munise'yi annesiyle yalnız bırakarak mektebe doğru yürümeye başladım. Belki de artık birbirini göremeyecek olan bu iki insanın bu ayrılık dakikasında birbirlerine söyleyecek bir şeyleri olurdu.
1623 Mezar taşları üzerinden atlayarak mektebe dönerken derin derin düşünüyordum. Munise, ben seni asıl kimsesizliğin, yapayalnızlığın için sevmiş, sana daima acımıştım. Mamafih, bu dakikada seni kıskanıyorum. Senin sefil, düşkün bir kadın, fakat ne de olsa bir anne olan anneni kıskanıyorum.
1624 Bu sabah, Zeyniler Köyü'nden getirdiğim evrakı çantama doldurarak Maarif Müdürlüğü'ne gittim. Munise'yi uykuda bırakmıştım. Vakit erkendi, daire yeni açılıyordu, tek tuk gelen memurlar mahmur mahmur kahve, nargile içiyorlardı.
1625 Kırmızı kuşaklı başkâtibin yerinde şimdi, kıvırcık kara sakallı, yağlı yakalı bir efendi oturuyordu. Hademelerden birine sordum. Maarif Müdürü ile beraber başkâtibin de değiştiğini, iş için bu sakallı efendi ile konuşmak lâzım geldiğini söyledi.
1626 Dün sabah, bu vakit, daha Zeyniler'den ayrılmamıştım. İrili ufaklı bütün talebelerim kayalığın üstendeki araba yoluna kadar beni selametlemeye gelmişlerdi. Ne arsız gönlüm var benim? Etrafımdaki insanları ne kadar çabuk seviyorum.
1627 Zavallılar, birer birer elimi öptüler. Çoban Mehmet, Zehra ile, bana yeni doğmuş bir keçi yavurusu göndermiş. Adamcağızın hediyesi öyle yüreğime dokundu ki... Henüz gözleri açılmamış olan bu yavrucağı Munise'nin kucağına verdim.
1628 Bunların hepsi güzel, hepsi âlâ. Fakat, beni düşündüren başka bir mesele var. Dün akşam, yatmadan bir hesap yaptım, o kadar tuhaf bir netice çıktı ki, inanamadım. Bir kere de aynı hesabı parmaklarımla tekrar ettim. Maalesef doğruydu.
1629 Şimdiye kadar birçok masrafım olmuştu. Öyle ya, bu kadar zaman açıkta kalmıştım. Sonra yol paraları da epeyce tutuyordu. Fazla olarak fakir bir köy hocasından başka bir şey olmadığımı da düşünmemiştim. Etrafımda sefil, aç bir insan gördüğüm zaman ufak tefek yardımlarda bulunmayı vazife bilmiştim.
1630 İşte bu fevkalâde ihtiyaçlar karşısında her başım sıkıştığında bu keseye el atmıştım. Fakat, şimdi bu zavallı torbacık da öyle hafilemişti ki, içindekilerini saymaya cesaret edemiyordum. Demek, beş ayın bütün macerasına, bütün yorgunluklarına rağmen beni yaşatan yine ailemin yardımı olmuştu.
1631 Efendim, ne memleket, ne memleket! Dünyanın israfını yaparlar da kendilerine bir kartvizit bastırmazlar. Seksen kişi sizi görmek istediğine dair kapıdan hademe ile haber gönderir. Hademe doğru dürüst isimlerini söyleyemez, bir keşmekeştir gider.
1632 Ben, idarede Deli Petro sistemine taraftarım. Memurları yalnız resmi hayatlarında değil, hususi hayatlarında da takip etmeli; yedikleri, içtikleri şeye, oturdukları, gezdikleri yere, elbiselerine müdahale etmeli. Gelir gelmez mekteplere bir tamim gönderdim.
1633 Bıktım efendim senden, bıktım senden. Bu, ne şekilperestlik, bu ne küflenmiş kırtasiyeci kafası. Hakkı var kadının. Sana kaç senelik senedi yaratacak hali yok ya. Aklın ermiyosa git, çık git. İstediğin yere kadar yolun açık.
1634 Yok hemşire hanım, yok! dedi. Aldırış etme. Müstahaktır o terese, ikide birde kendinden daha edepsiz biri çıkıp ağzının payını vermezse rahat etmez, it dişi, köpek dirisi. Allah senden razı olsun, o, paparadan sonra birkaç gün sakinler, kendinin de kafası dinlenir, bizim de.
1635 Başkâtip, ayaklarıyla beraber sakalı da titreyerek içeri girdi. Başını çevirmeden yanlarına bakan kazlar gibi, gözlerinden birinin yan bakışıyla kâtipleri süzdü. Onlar, öyle sakin ve sessiz çalışıyorlardı ki, müsterih oldu, yavaş yavaş söylenerek yerine oturdu.
1636 Müdür, şimdi başka bir davanın peşindeydi. Türlü huysuzluklarla hademelere, odasının tozlarını aldırıyor, duvardaki resimlerin yerlerini değiştiriyor ve ikide birde küçük bir el aynasında saçlarını, kravatını muayene ediyordu.
1637 Hâlâ aynı köşede oturan ihtiyar efendi ile aralarında geçen bazı sözler bana bu hazırlığın sebebini anlattı: B.'ye, Piyer For isminde bir Fransız gazeteci gelmiş, Maarif Müdürü dün akşam Vali tarafından verilen ziyafette bu muharrir ve karısı ile tanışmış.
1638 Bugün saat üçte karı koca, ziyaretime gelmeyi vaat ettiler. Kendilerine mekteplerimizin bir ikisini göstereceğim. Gerçi bir Avrupalıya göğsümüzü gere gere gösterebilecek bir mektebimiz yok ama, bir politika yapacağım çaresiz.
1639 Kristiyan, beni en çok seven arkadaşlarımdandı. Ellerimden tutarak beni odanın ortasına çekti. Yarı zorla peçemi açtı ve yanaklarımdan öpmeye başladı. Henüz görmeye muvaffak olamadığım kocası ve bahusus Maarif Müdürü, kim bilir, ne kadar şaşırmışlardı.
1640 Matmazel, çok bahtiyarım, dedi. Bilir misiniz, biz hiç yabancı değiliz. Kristiyan, sizden o kadar çok bahsetti ki... Hatta o, sizi takdim etmeseydi de ben Çalıkuşu'nu tanıyacaktım. Mektepte arkadaşlarınız ve hocalarınızla beraber çıkmış bir grup fotoğrafınız vardı.
1641 Artık, olan olmuştu. Eski bir sınıf arkadaşıma kendimi bu kadar düşkün bir vaziyette göstermek izzetinefsimi kırmıştı. Buna bir de manevi zillet manzarası ilave etmek istemeyerek yüksek sesle ve olanca cüret ve neşemle konuşmakta devam ediyordum.
1642 Bütün bunlarda şaşılacak bir şey yoktur, herkesin bir şeye heves ettiği gibi, ben de hocalığa heves ettim. Gönlümün rızasıyla bu vilayette çalışmak, memleketin çocuklarına hizmet etmek istedim. Hayatımdan memnunum, herhalde yelkenli kayık ile dünya seyahatine çıkmak kadar tehlikeli bir kapris değil.
1643 Ben anlıyorum matmazel, dedi. Ruhun böyle ince elan'larını Kristiyan da şüphesiz çok iyi anlar. Fakat, birdenbire kendisini toplayamadı. Benim bundan çıkardığım netice şudur ki, İstanbul'da iyi bir garp terbiyesi görmüş bir yeni genç kız nesli vardı.
1644 Bunlar Loti'nin dezanşante'leri gibi faydasız spleen'lerle kendilerini harap eden nesilden bambaşka bir nesle mensupturlar. Onlar, aksiyon'u boş hayale tercih ediyorlar ve İstanbul'daki refah ve saadetlerini bırakarak kendi istekleriyle Anadolu'yu uyandırmaya geliyorlar.
1645 Fransız mektebi mezunu olduğunuzu ve Fransızca bildiğinizi söylememiştiniz, böyle olunca iş değişti. Şimdi sizi Nezarete inha edeceğim. Emriniz gelinceye kadar vekil olarak çalışırsınız. Yarın sabah işe başlarsınız, olur mu.
1646 Hayatın, bir felaketten sonra daima bir saadet verdiğini, o güzel darbımeselin söylediği gibi, ayın on beşi karanlıksa, on beşinin mutlaka aydınlık olacağını bilmiyor değildim. Fakat, bu mehtabın bu kadar koyu bir karanlıktan, bu kadar umulmaz bir dakikada doğacağını aklıma getiremezdim.
1647 Hakkın vardı, onu sevmemek mümkün değildi. Birkaç defa seni görmeye gelmişti. O zaman, gördüğümü hatırlıyorum. Hiç kimseye benzemeyen bir tavrı vardı. Ne yazık! Sana çok acırım, Feride. Zannederim ki, bir genç kız için sevdiği bir nişanlının ölümünü görmekten büyük felaket olamaz.
1648 Sen, benim bu şaşı gözlerimi görüyor musun? Onların l yan bakışlarını alimallah bin liraya satmam. Şöyle bir bakıverdim mi, akılları başlarından gider. Yani demem o demek ki, arife olmalı, fadıla, edibe olmalı. Vazifede kusur etmemeli, hariçten muallimlik vakarını muhafaza etmeli.
1649 Müdür Efendi, hâlâ üstünde ince ince dumanlar tüten latasını giymiş, beni sınıfa götürmeye hazırlanmıştı. Bir koridor penceresinden talebelerimi görür görmez yüreğim ağzıma geldi. Ne kabalık Yarabbi! Dershanede belki elli çocuk vardı.
1650 O melun kahkaha nöbetlerinden birinin tutmak üzere olduğunu hissediyor, yerlere geçiyordum. Aman Yarabbi, rezil olacaktım! İlk defa doğrudan doğruya sınıfa bakmaya cesaret ettim. Onlar da gülüyordu. Böylece talebemle ilk bakışımız tatlı bir tebessüm oldu.
1651 O ne ya?.. O ne ya, o ne ya?.. Size, az yüz verdiler mi, astarını da istersiniz. Bu kadın kısmına yüz vermeye gelmez ya, tövbe olsun, berbat ederini. Kapayın çabuk ağızlarınızı. Pişmiş kelleler gibi ne sırıtıp duruyorsunuz, diye bağırdı.
1652 Talebemle yalnız kaldığım bu ilk dakikanın bu kadar müşkül olacağını düşünmemiştim. Sabahtan akşama kadar durmadan söylenen geveze Çalıkuşu, dut yemiş bülbüle dönmüştü. Başımın içi bomboştu. Söyleyecek bir kelime bulamıyordum.
1653 Kendimi tutamadım, gayri ihtiyari, hafifçe güldüm. Bereket versin, talebelerim beni hâlâ Müdür Efendi'nin nutkuna gülüyor sandılar. Onlar da gözlerime bakarak gülümsemeye başladılar. Birdenbire bana bir cesaret geldi. Artık, kendimi toparlamıştım.
1654 Artık, tılsım bozulmuştu; dilim açılmıştı. Hiç güçlük çekmeden söylüyor, kızlarımın yavaş yavaş bana ısındıklarını hissediyordum. Böyle kocaman hanımlara karşı kızlarım diyebilmek ne saadet! Yalnız ara sıra biraz fazla gülüyorlardı, benim için hava hoş.
1655 Kızlarımdan çok ama pek çok mennunum. Beni o kadar sevdiler ki, teneffüste bile peşimi bırakmıyorlar. Arkadaşlarıma gelince, doğrusu onlara da fena insanlar diyemem. Bana karşı fazla soğuk duranlar, odanın bir köşesinde yan yana bakarak benim için herhalde iyi olmayan şeyler fısıldaşanlar yok değil.
1656 Arkadaşlar arasında en hoşuma giden, Nezihe ve Vasfiye diye iki sevimli İstanbul çocuğu. Birbirlerinden hiç ayrılmıyorlar. Fakat, muavin Şehnaz Hanım bana, bunlarla sıkı fıkı arkadaş olmamamı tavsiye etti. Sebebi nedir, bilmiyorum.
1657 Bunlardan başka iki tane eski bildik var. Birisi vaktiyle Merkez Rüştiyesi'nde beni müdafaa eden uzun boylu, keskin kara gözlü kadın ki, burada haftada bir gün ders veriyormuş. Müdür Efendi'nin yan bakışlarından kokmayan yegâne arkadaşımız bu.
1658 Allah, Allah! Bu kadar benzeyiş görmedim. Vaktiyle trende afacan bir mektep kızı görürdüm. Size öyle benzerdi ki... Fakat o, galiba, Fransız filandı. Türlü maskaralıklar eder, bir vagon dolusu halkı güldürmekten kırar geçirirdi, diyor.
1659 Mektepte birkaç erkek muallim de var. Zahit Efendi, ihtiyar bir din dersleri hocası. Coğrafya hocası Ömer Bey, kıranta bir miralay mütekaidi, ismini bilmediğim bir yazı muallimi, nihayet musiki muallimi Şeyh Yusuf Efendi. Yalnız mektebin değil, bütün B.
1660 Doktorlar, bulunduğu memlekette kalırsa öleceğini söylemişler. Dul bir hemşiresiyle beraber ike sene evvel B.'ye gelmiş, iki kardeş, kendi kendilerine küçük, sessiz bir evde yaşıyorlarmış. Bu küçük evi bilenler söylüyorlar, bir musiki müzesi gibiymiş.
1661 Kendisini ilk defa soğuk, yağmurlu bir günde gördüm. Teneffüste talebelerimle beraber bahçeye çıkmış, onlara yepyeni bir top oyunu öğretmek bahanesiyle biraz oynamış, eğlenmiştım. İçeriye girdiğim vakit siyah önlüğüm ıslanmıştı.
1662 Muallim odasında kocaman bir çini soba yanıyordu, iki duvar köşesiyle bu soba arasındaki aralığa girerek ayakta durmuş, ellerimi önlüğümün ceplerine sokarak üstümü kurutuyordum. Kapı açıldı, içeriye otuz beş yaşlarında, ince uzun boylu bir efendi girdi.
1663 O, bildiğimiz siviller gibi giyinmişti. Böyle olduğu halde bahsedilen Şeyh Yusuf Efendi'nin mutlaka bu zat olduğunu anladım. Mektepte onu çok seviyorlar. Arkadaşlar, hemen etrafını aldılar, paltosunu çıkardılar. Soba borusunu kendime siper ederek ona bakmaya başladım.
1664 Halim, tatlı bir adamdı. Süzgün yüzünde, ekseriya ölmeye mahkûm hastalarda görülen renksiz, nazik, şeffaf bir beyazlık vardı, ince sarı sakalı, açık mavi gözleri bana, pansiyonun loş dehlizlerinde mahzun mahzun gülümseyen Isa resimlerini hatırlattı.
1665 En büyük bir emelime daha kavuştum. Dünden beri güzel, küçük, temiz bir evim var; bunu bana, Allah razı olsun Hacı Kalfa buldu. Kendi evine iki üç dakikalık mesafede, aynı semtin kenarında üç odalı, minimini, bahçeli, şirin bir evceğiz.
1666 Hele biçare Munise, gözlerine inanamıyor, kendisini saraya girmiş zannediyor. Sadece Mazlum — Çoban Mehmet'in verdiği keçinin ismini Mazlum koydukbizi epeyce korkuttu. Bu yaramaz, açık kalan mutfak kapısından bahçeye, oradan dereye inen bayıra kaçmış, aşağısı minare boyu var.
1667 Bu memleketin, öyle güzel bir baharı var ki.. Her taraf yemyeşil. Bahçemde renk renk çiçekler açıyor, odamın pencerelerine sarmaşıklar tırmanıyor. Hele bahçemizin önündeki dik bayır, adeta bir zümrüt çağlayanı. Bu dalgalı yeşillik içinde gelincikler, taze yaralar gibi kanıyor.

Связаться
Выделить
Выделите фрагменты страницы, относящиеся к вашему сообщению
Скрыть сведения
Скрыть всю личную информацию
Отмена